Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kerouac gemide


Şahane
Toplam oy: 919
Jack Kerouac // Çev. Garo Kargıcı
Siren Yayınları
Deniz Benim Kardeşim, yolun ve yolculuğun başlangıcının Jack Kerouac için ne anlama geldiğini ortaya koyuyor.

Onca hikayeden sonra filmi başa sarıyoruz. “Jack Kerouac'tan okumadığımız ne kaldı?” sorusuna, Deniz Benim Kardeşim güzel bir yanıt. Yirmisine yeni basmışken kaleme aldığı kitap, Kerouac'ın özgürlüğe doğru gidişini, yola tam anlamıyla çıkışını simgeliyor. Yolun ve yolculuğun başlangıcının Kerouac için ne anlama geldiğini ortaya koyuyor. 

 

1942'de, macera arayışındaki Kerouac gemiye atlayıp “dünyayı tanıma” düsturuyla girişilebilecek en zor seferlerden birine çıkıyor ve Grönland'a yollanıyor. Sefer sırasında tuttuğu günlükler ve aldığı notlar da 2011'de Deniz Benim Kardeşim adıyla romanlaşıyor. 

 

Kerouac'ın hayatı boyunca aradığı ve erişmeye çalıştığı “anlam,” belki de en saf ve etkili biçimiyle işte bu Grönland yolculuğunda ortalığa saçılıyor. Aslında bu seyahat öyle hemen başlamıyor; karada ne yapmaması gerektiğini bildiği ve “Ruh ancak özgürlük içinde serpilir” lafını kovaladığı günlerin ardından gemiye atlıyor Kerouac. Karadaki durağan hayatın aksine denizlerdeki enginliğe koşma arzusu, romandaki kahramanların da içini kıpır kıpır ediyor. Tabii büyük bir kitlenin, birbirinin boğazına sarılmaya pek hevesli olduğu savaş ortamında sulara açılma fikri, son derece anlamlı ve barışçı bir eylem. 

 

 

Denizlerde gezinen kaptan Wesley Martin'le kitaplar arasında dolanmayı tercih eden Bill Everhart'a yoğunlaşan Deniz Benim Kardeşim, Kerouac'ın sonradan başına çok iş açan şizoid ruhunun ve bölünmüş kişiliğinin de bir örneği. Kitap, dönemin siyasi havasını yansıtmasının yanında, Kerouac'ın coşkusunun kahramanlar aracılığıyla anlatımı aynı zamanda. 

 

Yolda olmayı önemseyen Kerouac'ın, denize açılma düşüncesiyle kendisinden geçen Bill karakteriyle özdeşleştiğini söyleyebiliriz. Bill'in yaptığı bütün hazırlıklar, bir an önce gemiye atlayıp mavi boşluğa ulaşmak üzerine kurulu. New York'ta öğretmenlikle geçen günlerin anlamsızlığını ve hemen hiçbir şeyi sahiplenmeyişini Bill'e tam anlamıyla gösteren de yine denize açılma hayali. Akademik yalıtılmışlığın onu yiyip bitirdiği de bir gerçek; kafasının karışıklığı ve doluluğu, Bill'i denize doğru itiyor: “Doğasının bir yanı karşı koysa da kitaplara gömülü karamsar hayatına bir süreliğine ara vermek hiç de ahmakça değildi! Kendi hayatını, ahlak sınırları içinde, tercih ettiği şekilde ve dilediğince yaşamasının neyi yanlış olabilirdi?” Peki, Bill'in “hayatım” dediği şey denizden önce neyle doluydu? Kitaplar, kara yoluyla ABD turu, bocalamalar ve kafasındaki bir ton sorunla... 

 

Bill'in gemi macerası, edebiyat eleştirisi kitaplarından aşina olduğu “gerçekliğin” tam göbeğine düşmesini sağlıyor: Adeta küçük bir dünya olan gemi, Kerouac tarafından çeşit çeşit insanın yer aldığı ve kardeşliğin kapısını açan bir simge biçiminde tasvir ediliyor. 

 

Kerouac'ın, deniz ve gemi anlatımıyla bize yaşattığı şey, bir kendinden geçme hali. Rüzgarı yiyen beden, gemiyle beraber savrulan ruh, dalgaları temaşa eden gözler... Bunların hepsi “okyanusun arındıran gücünün” yansıması. 

 


 

* Görsel: Elif Demir

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.