Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Korkutucu dolunaylar sürdükçe


Vasat
Toplam oy: 1131
Howard Phillips Lovecraft // Çev. F. Cihan Akkartal
İthaki Yayınları
Tuhaf taçlar, ezoterik tarikatlar, ilginç kıyafetli papazlar, döküntü otel lobileri derken, Innsmouth’un Üzerindeki Gölge de en az Karanlıkta Fısıldayan kadar tüyler ürpertici!

Tüm modernizm ve modern hayat "tahmin edilebilirlik, tanımlanabilirlik, sayılabilirlik, nitelenebilirlik, belirlenebilirlik" üzerine kurulmuşken, modernizmin ve aydınlanmanın getirdiği kültürel değişimin hızı, bir tür travma yarattı. Rasyonel birikim, kendi karşı-bakışını üretti: Canavarlar, sisli ormanlar, hayaletler, vampirler, kurt adamlar, tüneller, şatolar, kaleler, dolunaylar... Gotik ve korku külliyatı, büyük ölçüde bu çekirdeklerden beslenir. "Bilinmeyen", "öteki", "gizli ırk" gizem ve merak unsurudur.

 

H. P. Lovecraft'ın romanlarında da işte bu özler yer alıyor. Karanlıkta Fısıldayan romanı mesela... Her şey, 3 Kasım 1927'de Vermont Seli ile başlıyor. Sel sularında bir veya birkaç tuhaf, rahatsız edici nesne görülüyor. Efsaneler, kulaktan kulağa çağlayan mitler büyüyor, büyüyor. Ayak izleri, pençe işaretleri, etrafındaki çimlerin ezildiği çemberler, küçük bataklıklar, çamurlar, büyüler. "Onlar" ve "eskiler." M. Night Shyamalan'ın Köy filminden de anımsanacak bir görsel üslup sarıyor Karanlıkta Fısıldayan'ı. Dilsiz davrananlar, farklı anlamları ifade etmek için kafalarının renklerini değiştirenler, uğursuz tepeler...

 

1928 baharında Henri Akeley'in mektupları başlıyor. Akeley'in ilk mektubu tuhaf ormanın yaban seslerinde, ses kayıtlarında, siyah taşlarda ve taşta yazanlarda odaklanıyor. Flu fotoğraflar, gizemli taş çemberlerini beraberinde getiriyor. Lacan'ın ortaya attığı, Julia Kristeva'nın geliştirdiği "abject" kavramı ile, vücuttan çıkarıp atılan şeyler; en bilindik vücut sıvıları kastedilir. Sizi siz yapan ama sizden çıktıktan sonra size ait olmamaya başlayan şeyler... Ne özne ne nesne. Bu sıvıları fazla kaybederseniz ölürsünüz, bu yüzden "abject"lerden tiksiniriz. Kendi bedenimizden tanıdığımız, kendi bedensel endişelerimizi hatırlatan "şey"lerden korkarız. Hem tanıdık hem de tanımlayamadığımız bir "şey" olmalı ki korkalım. Kristeva'nın söz ettiği vücut sıvılarına "ses" olgusunu da ilave edebilir miyiz? Uzaklardan insan seslerini andıran ama bir yandan da daha önce tanıdığımız hiçbir sese benzemeyen tekinsiz sesler. Özne ve nesne kategorisine alamadığımız ancak bazı özellikleriyle de duyularımıza yabancı gelmeyenler en çok korkutur, ürkütür bizleri. Hem bizim dünyamızdan, bizim bedenimizden olmalıdır hem de bazı özellikleriyle bizim buralara, bizim vücutlarımıza benzememelidir. Korku denklemlerinin doğru çalışması için, o "şey"leri tam olarak tanımlayamamamız gerekir. Yarı-tanıdık, yarı-yabancı "şey"ler korkudan öldürür bizi. Yalancı-özneler, sahte-ikizler ürkütür. Yanlış ikizleriyle gezenler, elbette lanetleneceklerdir. 

 

Sonra yaz geliyor. Fonograf kaydı eline ulaşıyor Profesör Wilmarth'ın. Kayıtlardan çıkan sesler, işleri daha da karıştırıyor. Profesör, fonograf kaydını elinden geldiğince çözümlüyor. Bu bir ayin mi? Nasıl bir ritüel bu? Peki ya kaybolan mektuplar, kutular? Postada buhar olup uçan kara taşlar, tuhaf sesli adamlar (canlılar, yaratıklar?) Yaz ağırlaşıyor ağustos ayı geldiğinde. Akeley'in başına daha da gizemli işler gelmeye başlıyor. Korkutucu dolunaylar sürdükçe, mesele derinleştikçe, aksak kanatlarıyla uçuşanlar artıyor. Mevsim değişiyor, güz. Ama bulutlar hiç dağılmıyor. Profesör Wilmarth'ın tüm gizleri çözmek için Akeley çiftliğine doğru çıktığı ilginç tren yolculuğu, romanın önemli bir kilometre taşı. Yolculuk esnasında kasabalara ilişkin aktarılan detaylar, romanın sinematografik gücünü artırıyor. Unutulmuş kabuslar, periler âleminin çiçek tarhlarıyla yan yana yürüyor. Kara büyüler, yel değirmenleriyle. Yasaklı dünyalar, tozlu yollarla. Kara ormanlar, küf kokularıyla...

 

Karanlıkta Fısıldayan, bir oturup kalkmada okunacak bir roman. Dil akıcı, olaylar sürükleyici. Ki bu tür bir romandan daha ne istenir!

 

 

 

Sımsıkı kapalı panjurlar

 

Lovecraft’ın Innsmouth’un Üzerindeki Gölge romanı ise 1927-28 kışında, federal hükümet ajanlarının Massachusetts’te bulunan eski liman kasabası Innsmouth’taki tuhaf ve gizli soruşturması ile açılıyor. Soruşturmanın ardından baskın ve tutuklamalar, bazı evlerin yakılması ve dinamitle çökertilmesi geliyor. Soruşturma hakkında haber yasağı var. Tutuklulara bir daha hiçbir yerde rastlanamıyor! Innsmouth, gitgide terk edilmiş bir kasabaya dönüşüyor. 19. yüzyılın başlarında büyük ve zengin bir deniz ticareti merkezi olan kasabanın geçirdiği ürkütücü dönüşüm, kasaba hakkındaki merakımızı daha da artırıyor. Tuhaf taçlar, ezoterik tarikatlar, ilginç kıyafetli papazlar, döküntü otel lobileri derken, Innsmouth’un Üzerindeki Gölge de en az Karanlıkta Fısıldayan kadar tüyler ürpertici!

 

Kahramanımız külüstür, kirli gri, ufak bir Innsmouth otobüsü ile kasabaya doğru yola çıkıyor. Bu romanda da kasaba en ince ayrıntısına kadar anlatılıyor. Karakterimizle birlikte kasabayı sokak sokak, bina bina geziyoruz. Garip sesler, yasak bölgeler, garip mücevherler, metruk evler, sımsıkı kapalı panjurlarla birlikte... Roman ilerledikçe insan kendini hemen bir video oyunu veya korku filmi içinde duyumsuyor. Romandaki yaratıkların melez özelliği Kristeva’nın sözünü ettiği tüm korku kökenlerini bünyesinde barındırıyor. Yarı-tanıdık, yarı-yabancı “şey”ler her an romanın sayfalarından çıkıp canlanacak gibiler!

 

Kasabanın salgın geçmişi ve alttan alta okunan ırkçılık, "biz" ve "onlar" ayrımları sebebiyle Innsmouth’un Üzerindeki Gölge romanında yaşananları farklı sosyolojik bakışlarla okumak da mümkün. Kurbanlar, adaklar, ritüeller, lanetli yerler, eski büyü işaretleri... Lovecraft’ın romanlarını yarıda bırakmak kesinlikle mümkün değil zaten! Kara gerçekler, özler, kaoslar, şeytani sistemler... Üzerimize sökün ediyor.

 

 

 


 

 

 

 

Görsel: Alpay Aksayar

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.