Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Müebbetlik bir öykü


Gayet iyi
Toplam oy: 918
Jenni Fagan /// Çeviren: Şeyda İşler
Sel Yayıncılık
Herkesin 7 gün 24 saat izlendiği bir çocuk yurdunun yarattığı distopik paranoya hissini, bir genç kızın bireysel dramıyla birleştiren Jenni Fagan, sistemle, egemen zihniyetle, iktidarla uğraşan bir roman yazmış.

İskoç yazar Jenni Fagan, Panoptikon adlı romanına iki epigrafla başlıyor. Bunlardan ilki, geleneksel bir halk türküsünden: “Bazen kendimi annesiz bir çocuk gibi hissederim.” Romanın adı okurlarda farklı çağrışımlar uyandıracak olsa da bu alıntı romanın temasıyla ilgili daha çok fikir veriyor, çünkü kitap annesiz, babasız bir genç kızın hayata tutunabilme öyküsünü anlatıyor aslında. İkinci alıntı da Oscar Wilde imzasını taşıyor: “Özgürlük kanlı elleriyle geldiğinde onunla el sıkışmak zordur.” İşte bu cümle de romanın temelinde bir özgürlük mücadelesinin olduğuna işaret ediyor; ancak trajik bir özgürlük öyküsü bu, bizi mutlu sona davet etmektense acı ve hüzünle baş başa bırakan bir özgürlük, kazanılanlarla değil, kaybedilenlerle anlam kazanan bir özgürlük.

 

Adı Panoptikon olan bir romandan, yöneticilerin gözlerinin her an yönetilenlerin üzerinde olduğu, bu izlenme hissinden kaçmak için mücadele verilen distopik bir dünyanın anlatıldığı bir kitap beklenebilirdi. Ne var ki Jenni Fagan, kahramanı Anais’in öyküsünü ideolojik meselesi olan bir distopya olarak değil; acı, kavga, kayıp, korku ve suçla örülmüş bireysel bir öykü olarak kurgulamış. Kısa ve öz olarak ifade etmek gerekirse, bu kitap bir yeniden doğuş öyküsüne sahne oluyor. Bir “kaybeden” olan on beş yaşındaki Anais’ten çalınan onun geçmişi mi, yoksa geleceği mi? Sokakların karanlık yüzüyle yakınlaştıktan sonra, geçmişimizi geleceğimizden ayırıp koparabilir miyiz? Yaşadığımız onca acının ardından yeni bir hayat kurabilir miyiz, yoksa bu acılar “müebbetlik” midir? Özgürlükle el sıkışmak asla mümkün değil midir? Anais’in öyküsü bu soruların etrafında kuruluyor...

 

Diğer yandan, suça eğilimli ya da halihazırda suça itilmiş çocukların ve gençlerin yurtlardaki ya da ıslahevlerindeki zor hayatlarına değinen bir romanın toplumsal bir mesajı olmadığını söylemek mümkün değil elbette. Jenni Fagan sistemle, egemen zihniyetle, iktidarla uğraşan bir roman yazmış, ancak bir kavram olarak “panoptikon” bu romanda arka planda kalan bir mekandan ibaret. Anlaşılan, herkesin 7 gün 24 saat izlendiği bir çocuk yurdunun yarattığı distopik paranoya hissini, asıl dertleri daha büyük olan bir genç kızın bireysel dramıyla birleştirip toplumsal ve bireysel mesajlarını dengelemek istemiş yazar.

 

Anais’in yerleştirildiği ve iki-üç aylık bir dönemini geçireceği Panoptikon, her iki yanında birer kule ve ortasında da bir gözetleme kulesi bulunan dört katlı bir bina. Gizli kapaklı bir şey yapmanın mümkün olmadığı bu binanın sakinleri, kapılarını bile kapayamıyor. Kapılar sadece gözetleme kulesindeki birilerinin bir düğmeye basmasıyla kapanabiliyor. Kısacası kapılar mecburen açık tutuluyor, içeridekileri sürekli kilitli kapılar ardında tutmamak adına, zorla verilmiş bir özgürlük bu adeta. “Daha güvenilir bir ortam yaratmak için, kapıları açık tutmayı tercih ediyoruz,” diyor Panoptikon’dakiler. Ama kimin için bu güvenlik? Gözetlenenler mi, yoksa gözetleyenler mi?

 

İşte bu noktada, yazar çok da güncel bir meseleye eğiliyor ve sosyal medya eleştirisini eksik etmiyor: “İnsanları bir türlü anlayamıyorum; her zaman izlenmek, göze çarpmak istiyorlar. İnternete fotoğraflarını yükleyip hoşlanmadıkları insanların onlara bakmalarına müsaade ediyorlar! Hiç tanışmadıkları insanların da bakmalarına izin veriyorlar ve olduklarından daha ışıltılı görünmeye çalışıyorlar… Sonra bakıp kimi izleyebileceklerine karar vermek ve kimlerin onları izlediklerini kontrol etmek için eve gittiklerinde dahi internete giriyorlar! Tuhaf değil mi bu?”

 

Panoptikon'un gözleri 

 


Anais’in öyküsünün Panoptikon’la ilgili olan kısmı, izlenmenin ve izlenebiliyor olmanın ihtimalinin bile dehşetini açık açık anlatıyor, ancak sicili kabarık bir geçmişi olan Anais’in bir polisin komaya girmesinden sorumlu tutulduğu sırada yerleştirildiği bu yurtta yaşadıkları, ıslahevine yerleştirilme olasılığı, hayatını cezaevlerinde geçireceği beklentisi, uyuşturucularla ilişkisi, ailesiyle ilgili gerçeklerin ve hayallerin hayatında kapladığı yer, bu romanın ağır basan temalarını oluşturuyor. İyilik ve kötülük arasında gidip gelen ve toplumun yaygın ahlak anlayışına karşı kendi etik değerlerinin peşine düşen, kendisini sürekli sorgulayan, hayal kurmayı seven ama gerçekliğin kapladığı yerin de farkında olan bir kahramanın hayatıyla ilgili, aynı zamanda bol diyaloglu, küfürlü ve argolu bu akıcı metnin bazı bölümlerde yeraltı edebiyatına da göz kırptığını söyleyebiliriz.

 

Panoptikon’un sakinlerinin bir kısmı kendilerine “müşteri” denilmesinden rahatsız; onlar, “tutuklu” kelimesini tercih ediyor. Anais ise “müebbetlik” olarak tanımlıyor kendisini. Hayatı boyunca böyle yaşamış ve böyle yaşamaya devam edecek olması, acısının, içinde nefes aldığı hakikatin de “müebbetlik” olması korkutuyor onu, ama Panoptikon’un gözleri yine de direncini kırmıyor.

 

“Bir deneyim ben,” diye başlayan romanda Anais, aslında bir deneyin parçası olmadığının, biyolojik bir ebeveyninin olduğunun, gerçek bir insan olduğunun bilincine varmaya çalışıyor ancak başına gelenler ve etrafında olup bitenler, onun hayatını yeniden kurmasının önünde engel oluşturuyor. Gerçekten yaşadığının farkına varmak istiyor Anais. Bazen karamsar bir kahraman, ancak karanlık bir kahraman değil o; sadece geçmişi karanlık ve geleceğini aydınlatmak istiyor. Elbette Panoptikon’un gözetleme kulesinin ışıklarıyla değil, her şeye rağmen içinde taşıdığı özgürlük ışığıyla.

 

Küçüklüğünden beri mezarlıklarda, otobüs duraklarında, karavanlarda, köprü altlarında uyumak zorunda kalmış Anais’in “deney” dediği o acı hayat, bir hakikat aslında. Jenni Fagan’ın kalemini konuşturduğu bölümlerden biri de neye “hakikat” dediğimizle ilgili: “Hakikat, medcezirle yollarını kesiştiren bir şeydir ve ta ki sizi alıp götürene dek, üst üste, her gece geri gelir. Onu ay getirir. Medcezir teslim eder. Çekip gittiğinde, kıyıdan bir şeyler yürütür… Sonra da hepsini denizin dibine sürükler.”

 

İşte Anais’in hakikati, hayatın ta kendisi; sürekli gelip geçmişimizden bir şeyler götüren ama geleceğimizden bir şeyleri çalmaması için direndiğimiz hayatın… 

 


 

* Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.