Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ne çok yakında ne çok uzakta bir gerçek


Gayet iyi
Toplam oy: 1704
Peter Heller
Kolektif Kitap
Başkasının kalmayan hayatı üzerinden kendinizinkine bolca soru soracağınız bir kitapla baş başasınız.

Ortada bir dünya,  ya da bizim bildiğimiz şekliyle bir dünya kalmamış. Dönüşü olmayan uzaklıklar. Canavar’ın yakıtının dönüşe kadar yetmeyeceği nokta. Bir umudun peşine düşmek gölgeleri kovalamak mıdır? Başkasının kalmayan hayatı üzerinden kendinizinkine bolca soru soracağınız bir kitapla baş başasınız; Peter Heller’in Köpek ve Yıldızlar’ı böyle bir şey işte…



Zamanı bilmiyoruz, bildiğimiz tek şey şimdiden dokuz yıl önce baş gösteren bir grip salgını ve ardından gelen kan hastalığıyla dünyada yalnızca bir grup insanın kaldığı. Bizse birinin beyninin içindeyiz, Hig’in; bu hastalığa karısını vermiş, yanında yalnızca köpeği Jasper ve huysuz komşusu Bangley kalmış. Yıllarca Bangley ile yaptığı kısıtlı konuşmaların dışında hep kendi başına kaldığı için artık düşüncelerini sesli mi söylüyor, yoksa içinden mi geçiyor onun farkına bile varmak pek mümkün olmuyor. Ama buna karşın onun şiirsel düşüncelerini dinlemenin, anlattıklarına rağmen keyifli olduğunu söylesem yalan olmaz.



Hig’in başka bir dostu daha var: Keşif uçağı Canavar. Ona hem özgürlüğü veren hem de en büyük kısıtlamayı yapan bir dost bu. Onunla birlikte yaptığı keşifler sayesinde kan hastalığına yakalanmış düşman grupların ya da bağışıklık sistemi bu hastalığı alt etmiş ve kendi dünyalarına kapanmış dost grupların kimler olduğunu biliyor Hig. Ama bilmediği bir şey vardır; yüz on litre ilerde ne olduğu… İşte bu da Canavar’ın onun özgürlüğünü kısıtladığı nokta. Yüz on litrelik deponun tamamını kullanırsa eve dönemeyeceğini bilen Hig’in tek derdi, tabii ki ilersinde ne olduğunu görmek. Aslında tahmin etse de…

 

Ne çok yakında ne de çok uzakta bir dünya

 

“Bu şekilde yaşayamam. Hakikaten yaşayamam böyle. Ne yapıyorum ben? Dokuz yıldır yaşıyor rolü yapıyorum,” diye sayıklıyor Hig. Diplomasinin mazide kaldığı bir dünyada yalnızca yirmi kasa kola için düşünmeden adam öldürmekle yaşıyor gibi mi yapılır? “Elindekinin değerini bilmek,” başka hiçbir seçeneğinin olmadığı bir dünyada öldürmeye/öldürülmeye mi tekabül eder? Her gün gözlem uçuşu yapmak, uçağı onarmak, eldeki beş çeşit sebzeyi yetiştirmek, tavşanlara kapan kurmak… Bu hayattan başka ne beklersin? Neleri hatırlar, neleri özler insan? Karmaşayı mı, partileri, meydanları, sevgileri mi hatırlar, yoksa koyu bir kahveyi mi? Hangisini elde edebilmek için gözünü kırpmadan öldürür başkasını. Hayatta kalan, gerçekten “hayatta kaldığından” nasıl emin olur? Kendi tabularını yarattığın, diğer nedenleri unuttuğun ama eski alışkanlıklarını peşinden sürüklediğin bir dünya bu…

 

Üç “kişilik” dünyalarına elbet yeni insanlar da katılıyor ama Heller’in “üç kitap”a böldüğü hikayenin kahramanları hep aynı kalıyor. İhtiyaçları, özlemleri ve merakı doğrultusunda hareket eden Hig ve onun deyimiyle “taktikçi süper ego”su Bangley. Bir noktaya kadar Hig’in yapamadıklarını Bangley yaptırıyor ona. Gözünü kırpmadan birini öldürmek gibi… Yalnızca o öldürmesin diye… Ama zaman ilerledikçe Hig’in de bir top dondurma için birilerini öldürebileceğini rahatça söylediğini duyar oluyoruz. Sonrası malum… İç çatışmaların içinden kolayca sıyrılabilen bir yeni dünya düzeni bu. İsteseniz de istemeseniz de! Hig, “Gecenin bir yarısı genç bir çocuğu öldürdüğümüzü söyleyebilir miydim?” diye sayıklarken tek savunması, kendini rahatlatacak tek bahanesi onu köpek mamasına çevirmediğidir örneğin.

 

Distopyaların her geçen gün daha inandırıcı geldiği bir dünyadayız aslında.   Artık savaş, açlık ya da bir salgın hastalıkla insanlığın ortadan kaybolma düşüncesi imkansızlar arasında değil sanki. Karamsarlığımı mazur görün ama Hig’in yarattığı dünya ne çok yakında ne de çok uzakta.

 

Sayfalar ilerledikçe Köpek ve Yıldızlar’ın ismindeki romantizm, Hig’in şairane beyin akışının içinde eriyor. Tabii bu noktada bu hayatı yaşayan adamın en büyük romantizmi köpeğinin aç kalmaması için ölen insanların etinden salamura yapması da olabilir. Şartları değişen bir dünyada neyin etik olacağına kim karar verir? En klasiğinden hayatta kalma dürtüsü olabilir belki cevap. Peki böyle bir dünyada kim hayatta kalmak ister? Peki ya bizim dünyamızın daha iyi olduğunu kim söyleyebilir? Hayattayken birbirini yemekle, öldükten sonra yemenin ne farkı var?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.