Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ne Kadar Türk, ne kadar müslüman?


Zayıf
Toplam oy: 2089

Beşir Ayvazoğlu, Tanrı Dağı’ndan Hıra Dağı’na (Kapı yay.) adlı kitabına “Elinizdeki kitapta okuyacaklarınızı iliklerine kadar yaşamış biri olarak yazdım. Bozkurttan mı söz ediyorum, bir zamanlar Bozkurtların Ölümü’nü ve Bozkurtlar Diriliyor’u gözyaşları içinde okuyup yakasına bozkurt rozeti takarak gezen ve kendini Kürşad gibi hisseden gençlerden biriydim; Ergenekon’dan mı söz ediyorum, bayılırdım bu efsaneye. İlk birkaç şiirim Atsız’ın Ötüken dergisinde yayımlanmıştı. 1970’lerin sonunda MHP’nin yayın organı olan Hergün gazetesinde çalıştım. Ne var ki -sorulduğunda kendimi hâlâ milliyetçi diye tarif etsem de- artık bu maceraya başladığım noktadan çok uzakta, çok farklı bir yerde duruyorum” cümleleriyle başlıyor. Bu sözlerin umdurduğu gibi Ayvazoğlu milliyetçilik dönemini, anılarını anlatmıyor. Kitabın alt başlığında belirtildiği gibi “Milliyetçilik ve Muhafazakârlık Üzerine Yazılar”dan oluşuyor Tanrı Dağı’ndan Hıra Dağı’na. Farklı zamanlarda farklı amaçlar için yazılmış olsalar da kitapta Türkiye’de milliyetçiliğin hikayesini anlatmak amacıyla biraraya getirilmişler.

Ayvazoğlu, Türk Milliyetçiliği’nin nasıl ortaya çıktığını, nasıl geliştiğini, Türkçülük, ırkçılık, İslamcılık, muhafazakârlık, Anadoluculuk, anti komünistlik, ülkücülük, alperenlik gibi anlayışlara nasıl dönüştürülmeye ya da onlarla kaynaştırılmaya çalışıldığını anlatıyor.

Milliyetçilik Türkiye’de “Türklük” gibi bazı kavramlar, “Ergenekon” gibi destanlar çevresinde geliştirilen görüşlerle geliştirilmiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküp parçalanma evresinde milleti birarada tutmak, en azından Anadolu’da yeni bir devlet oluşturmak amacıyla ulus devletin gerektirdiği birleştirici unsurların peşine düşülmüş; ırk, dil, din gibi ortak noktalarda halk milletleştirilmeye çalışılmış. Irk anlamında ortak noktanın “Türklük” olduğuna kanaat getirilmiş. Çünkü Osmanlı’nın kurucuları Orta Asya’dan çıkıp gelen bir Oğuz boyu. Ayvazoğlu ilk makalesinde “Türklük”ün nasıl keşfedildiğini, bu nitelemenin tarihte gerçekten aşağılayıcı bir terim mi yoksa bir ırkın adı mı olduğunu araştırıyor. “Neresi vatan?” ikinci soru olmuş. Osmanlı’nın zamanında yönettiği tüm topraklar kavramsal ya da teorik olarak vatan toprağı sayılsa da “Türk” özden yeni bir devlet oluşturulacaksa, elde kalan son toprakların, Türklerin yaşadığı yerin yani Anadolu’nun vatan olarak adlandırılması çoğunlukça benimsenmiş. Ama diğer yandan az sayıda da olsalar Türkçü akımların temellerini atanlar için vatan, tüm düyayı kapsayacak bir biçimde genişletilebilecek bir tanımlama olan “Turan” olmuş.

Türk tarihini oluşturma çabaları. Geriye doğru gidip, tarihi Türkçü bakışla yeniden yazma, yorumlama çabaları da uluslaşma yolunda önemli adımlar oluyor. Bu tartışmalar, tezler önce entelektüelleri, sonra milleti Türklük üzerinde birleştirmeye başlıyor. Bu iş o kadar abartılıyor ki bazı tarihçiler tezleri Dünya’da ne varsa Türklerin olduğuna, Türkler tarafından yapıldığına kadar vardırıyorlar. Türkçenin benimsenme, geliştirilme çabaları da işi Hazreti Adem’in dilinin Türkçe olduğuna kadar ulaşacak uç görüşlerin de ileri sürülmesini sağlıyor. 1800’lerden itibaren ortaya atılan bu görüşler, yapılan tartışmalar sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atılmasını sağlıyor. Birçoğu devletin resmi görüşünü oluşturuyor.

Bu ana akımın içinde gelişse de zamanla resmi görüşten kopup Türk Milliyetçiliği’ni kuracak görüşler de oluşmaya başlıyor. Önce dergiler çevresinde sonra derneklerde örgütleniyorlar ve nihayet mevcut partilerde görüşlerini tam olarak iletemeyeceklerini anlayınca da kendi partilerini kuruyorlar. Tüm bu gelişmeler de teorisyenleri ne kadar istemese de Türkçülük olarak başlayıp ırkçılığa kaydıktan sonra milliyetçiliğe evrilen akımın önce muhafazakârlığa sonra da İslamcılığa yakınlaşmasını gerektiriyor. Sonunda da antikomünizme kadar vardırıyorlar işi. Çünkü başka türlü Anadolu’da taraftar bulmaları pek mümkün görünmüyor. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman”  olma noktasına da böyle geliyorlar. Bir anlamda ana akım muhafazakârlık önceleri dışladığı Türkçü akımların güçlenip kendisine alternatif olacağını görünce İslamlaştırıp kendi içinde eritiyor. 

Beşir Ayvazoğlu, Tanrı Dağı’ndan Hıra Dağı’na Türkçülük, milliyetçilik akımlarının gelişimini, kendi içindeki farklılaşmalarını, süreç içinde nasıl değişip muhafazakâr ve İslamcı anlayışlara yakınlaştığını akıcı bir dille, yazılar ve kitaplardan hareketle düşünsel yanından anlatıyor. İyi bir çalışma. İlla eksik arayacaksak, eleştirel olunmamasına dikkati çekmemiz gerekir. Ayvazoğlu, objektif olmuş ama kullandığı kaynaklar o görüş sahiplerinin, teorisyenlerin eserleri olduğu için eleştirel yan eksik kalmış, bırakılmış. Bu görüşlerin nerelerde eleştirildiğini, nerelerde eksik ya da yanlış bulunduğunu da bilmek istiyor insan. En azından Ayvazoğlu’nun kopuşunun nedenlerini, kendi yorumunu... Önsözde belirttiği gibi bu maceraya başladığı noktadan ne kadar uzakta, ne kadar farklı bir yerde duruyor, merak etmemek elde değil.

Tabii milliyetçi görüşlerin pratiğe ne kadar yansıdığı, milliyetçilerin Türk siyasi hayatı içinde nasıl konumlandırıldıkları, kullanıldıkları da önemli. Çünkü Türkiye’de Türkçü, milliyetçi akımlar teorilerinden çok pratikleriyle var oldular. Özellikle 60’lı - 70’li yıllarda bu gruplara katılanların çoğu okuma yazmayı sevmeyen kişilerdi ve kulaktan dolma bilgilerle yetindiler, sağ–sol kavgasında aktif militanlar olarak yer aldılar. Tabii ki tüm boyutları bu çalışmadan ve Ayvazoğlu’dan beklememiz gerekmiyor ama yazarın 70’li yılların sonuna dek aktif olarak içinde yer aldığı bu siyasi anlayışla ilgili anılarını da merak etmemek elde değil. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.