Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Nefes alınacak bir pencere


Şahane
Toplam oy: 864
Jean Paul Didierlaurent // Çev. Aysel Bora
Can Yayınları
Fahrenheit 451, kitapların yasaklandığı bir dünyada onların nasıl yok edildiğini anlatıyordu. 6.27 Treni ise kitapları yok etmenin de sektörleştiği bir dünyada geçiyor; bizim dünyamızda...

Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu her yıl kaç bandrol temin ettiklerini açıklıyor; yani basılan kitap sayısını… Gazetecilerin oldukça hoşuna giden bu bilgi her defasında haberleştirildiğinden, mutlaka denk gelmişsinizdir. Örneğin ilgili basın bülteni 2016’da Türkiye’de 404 milyondan, 2015’te 383 milyondan fazla kitabın yayımlandığını duyurmuştu. Kaç ton kağıdın çöpe gittiği ise –tüketim kültürümüzün bir sonucu olan diğer çöp dağlarının onları hasıraltı etmekle görevli bir avuç insan dışında kimsenin dikkatine sunulmayışına paralel biçimde– geçen sene de, her sene olduğu gibi haber değeri taşımıyordu! Kendinizi bu noktada, “Madem okunmuyor, bari bu kitaplar geri dönüştürülsün ki ağaç katliamının önüne bir nebze olsun geçilsin,” derken bulabilirsiniz belki. Atık Kağıt ve Geri Dönüşümcüler Derneği Başkanı Mustafa Saral’ın Nisan 2016’da kaleme aldığı yazıya bakılırsa, Türkiye bu alanda pek mesafe katedememiş görünüyor: “Türkiye’de kağıt geri dönüşüm sanayisi yılda 4,5 milyon ton üretim kapasitesine ulaşmasına rağmen, yurt içinde toplanan hurda kağıt tonajı bu ihtiyacı karşılamada yetersiz kaldı. (...) Özellikle son dört yılda, kağıt geri kazanım oranını yüzde 70’ten 82’ye çıkaran Avrupa karşısında Türkiye, son on yılda yüzde 45 geri kazanım sağladı.”

 

STERN de, kağıt geri kazanım oranını böylesine artırmış Avrupa’nın Paris kentinde faaliyet gösteren, hayali bir kağıt atık işleme şirketi. Jean-Paul Didierlaurent’ın kaleminden çıkan bu şirketin dört çalışanından Guylain Vignolles, kitaplarla beslenen bir canavara benzettiği, şirketin olmazsa olmazı Zerstor 500’ün operatörlüğünü üstlenmenin tiksintisiyle yaşıyor ve hiç değilse ruhunu koruyabilmek için, adını anmak yerine “Şey” diye hitap ettiği bu makineye kinlenmekten kendisini alamıyor. Çalışma arkadaşı Lucien Brunner’in Zerstor 500’le ilişkisi ise bambaşka. Brunner hayranlık duyduğu bu makinenin operatörlüğünü üstlenme hevesiyle yaşıyor; çünkü inceliklerden nasibini almamış bu kaba saba adam, kitapların dünyasını kendi varlığına yönelik bir tehdit gibi yorumluyor. Belki de bu yüzden tüm kalitesine, verilen tüm emeğe ya da yapılan onca reklama rağmen yine de okunmamış bir kitap onu çok neşelendiriyor: “Hey Mösyö Vignolles, gördünüz mü, geçen yılki Renaudot Ödüllü kitaplar bunlar. Kırmızı reklam kuşakları bile üstlerinde hâlâ, salaklar!”

Öte yandan, her gün bindiği 6.27 treninde Zerstor 500’ün önceki gün tıkınırken “tabağında bıraktığı” sayfaları yüksek sesle okuyan Vignolles’in düzenlediği bu özgün cenaze töreni, amaç bu olmasa bile, Brunner’e inat, diğer yolculara kitapların dünyasını hatırlatıyor: “Banliyö treni istasyonda durup insanlar vagondan çıkarken, dışarıdan bakan bir gözlemci, Guylain’in dinleyicilerinin ne denli farklı olduğunu kolayca fark ederdi. Onların yüzünde, diğer yolcuların tiksindiği o duyarsızlık maskesi yoktu. Hepsinde, karnı doymuş bir süt bebeğinin mutlu ifadesi vardı.”

 

Fahrenheit 451 romanı, kitapların yasaklandığı bir dünyada onların nasıl yok edildiğini anlatıyordu. Distopya diyemeyeceğimiz 6.27 Treni ise yayıncılık sektöründeki büyümeyle böbürlenen bir dünyada, bizim dünyamızda geçiyor; kitapları yok etmenin de sektörleştiği dünyamızda… Varlığıyla bu dünyada nefes alınacak bir pencere açan Guylain, iki yalnızın kitap sevgisinde buluşabileceğini de hatırlatıyor bize.

 

 

 


 

 

 

Görseller: Ahmet İltaş, Akif Kaynar

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.