Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Normal İnsanlar, Kuzey Tekinoğlu Ve Yalnız Bir Cimri


Gayet iyi
Toplam oy: 109
Yirmi dokuz yaşındaki Sally Rooney bir hayli konuşuluyor. Normal İnsanlar kitabının şimdi dizisi de geldiğine göre, ismini daha sık duyacağız. Normal İnsanlar’da, basitçe, bir çift anlatılıyor; Connell ve Marianne. Connell okulun popüler öğrencisi ama fakir, Marianne ise içedönük ve zengin. Pek denenmemiş, özgün bir aşk hikâyesi anlayacağınız.

Connell fakir bir genç. Üstelik annesi hoşlandığı kadının, Marianne’in evinde çalışıyor. Connell’ın Marianne’le ilişkisi, Connell’ın kendi kendine koyduğu yasaklarla sınırlandırılmış durumda; çünkü Connell,–Y kuşağının asla izlemediği– olasılıkla ailesinin evinde rastladığı, soap-opera’lardan gördüğü kahramanlardan öğrendiklerini tekrarlıyor. Hayır diyor sürekli, o zengin, sen fakirsin, bu imkânsız bir aşk.

 

Connell ve Marianne’in aralarında bir ilişki başlıyor. Lise bitiyor, Connell ile Marianne aynı üniversiteye gidiyorlar ve fakat Connell orada da yoksul bir genç olduğunu unutmuyor. Arada sırada, belki unuturum korkusundan olacak, tekrarlıyor ve “Marianne’in annesinin kendi annesine yerleri silsin ve çamaşırları assın diye para verdiğini” (s.126), “çulsuzun teki” olduğunu, Marienne’in “onu kayak tatillerine çıkaracak bir sevgili” istediğini kuruyor kafasında (s.128)

 

Marianne ise mutsuz ve içine kapanık. Zengin bir aileden geldiği için olmalı, haliyle, ailesi kötü bir aile. Ona neredeyse işkence eden bir abisi var ve annesi de ilgi göstermiyor. Connell’ın fakirliği nasıl “O çok daha iyilerine layık” seviyesinde bir banallikle örülüyse, Marianne’in ailesi de aynı banallikte bir şeytanilikle örülü: “Nefret ediyorlar benden” diyor Marianne. “Eve en son gittiğimde ağabeyim kendimi öldürmemi söyledi”, “Ölsem kimsenin özlemeyeceğini çünkü arkadaşım olmadığını söyledi”, “Galiba [annem de] cesaretlendirmesene şu kızı gibi bir şey söyledi.” (s.183)

 

Sally Rooney, karakterlerini Türk dizi ve filmlerinden almışa benziyor. Öyle ki Marianne, büyük olasılıkla Sodom’un 120 Günü’nü izleyerek idman yapmış ailesiyle yaşadıklarını anlattığında, Connell, “dilini damağında gezdiriyor”, bir süre sonraysa “burnundan içeri ağır bir nefes alıyor, sonra dudaklarının arasından veriyor.” (s.183) Connell’ın yoksulluğunu unutamamasına, Kuzey Tekinoğluvari maço mimikler de eşlik ediyor. Rooney’nin yazmadığı kısımlarda ses çıkararak dişinin arasındaki et parçasını çıkarıyor belki ve boynunu kütletiyor. Ama daha komplike bir karakter olduğu için, bu tavırları hafif tutması uygun görülmüş.

 

“Beni kabul eden bir kulübe asla üye olmam”

Üniversitede, bu iki sorunlu karakterimiz, Connell ve Marianne, yine bir ayrıl bir barış ilişkiye dalıyorlar. Bunun sebebi büyük ölçüde Connell. “Bazen Tanrı’nın seni benim için yarattığını düşünüyorum” diyor Marianne’e. (s.117) Öyle büyük âşık. Ama Marianne kendisine bir adım attığı anda uzaklaşıyor. Tavrı Groucho Marx’a mal edilen o şakadan ibaret: “Beni kabul eden bir kulübe asla üye olmam.” Beni beğenen bir kadınla nasıl sevgili olabilirim ki? Marianne’e duyduğu arzu, Lacancı o meşhur örneği hatırlatıyor: Tatmin duygusu, arzuladığı nesneyi yasak bir olguya çevirmesinde yatan yalnız bir cimri. Eve girip kapıları kilitliyor, sandığı açıp saklı nesnesine bakıyor ve öylece seyrediyor. Onu seyrettiği ve asla ulaşamadığı sürece nesne onun için bir arzu nesnesi olarak kalmaya devam edecek. Öyle ki bir gün sevişirlerken, Marianne, Connell’dan kendisine tokat atmasını istiyor. Connell bunu reddediyor; bir yerde durmayı bilmeli ve yasaya uymalı. Çünkü tokat yemeyi isteyen Marianne olduğunda ihlal edilen olmaktan çıkacak, arzuyu mümkün kılan yasaklama kendini yok edecek.
Tüm bu fakir oğlan-zengin kız kavuşamamazlığına bir de Sally Rooney ekleniyor. Sally karakterleri sevmiyor olsa gerek, Marianne ve Connell’ın birleşmesini istemiyor. Arzu tatmin edilir gibi olduğu anda birkaç küçük ve sebepsiz hamleyle kahramanlarımızı yine ayrı düşürüyor. Bunlardan en önemli ve can sıkıcı olanıysa kahramanların birbirleriyle yazar istediğinde (bir mantık dahilinde olması şart değil) hiçbir şey konuşmamaları ya da birbirlerini yanlış anlamaları. Rooney, karakterlerden birine okulu, diğerine evi terk ettiriyor, iki karakterin iletişimini kesiyor. Şöyle bir sahne var mesela: “Çekip gitmedim, sigara içme alanına gidelim mi diye sordum, hayır dedin” diyor Connell. Marianne ise şu cevabı veriyor: “Sormadın. Ben sigara içme alanına gideceğim dedin, sonra da gittin yanımdan.” Bir yanlış anlama sonucu Marianne dans pistinde bırakılıyor. Tuhaf ve absürt kaçsa da doğru bir örnek geliyor akla: Recep İvedik’in altıncı filminde İvedik’in arkadaşı, İvedik’in Konya’daki kamyoncular şenliğine gidebilmesi için acentayı arar ve yanlış anlaşılma sonucu kendilerini Kenya’da bulurlar. Konya-Kenya karmaşasının hikâyede işleyebilmesi için gereken tek şey, uçağa binene kadar İvedik ve arkadaşının seyirciye konuşmama sözü vermesidir. Connell da Marianne de, hikâyenin devamlılığı hatırına arada iletişimi kesiyorlar. Bir örnek daha: Connell evinde kalıp kalamayacağını sormak için Marianne’in yanına gidiyor, Marianne bunu yanlış anlıyor ve Connell’a “Aaa demek evine gidiyorsun” diyor ve vedalaşıyorlar… Anlayacağınız, ikisi de burs alacak kadar akıllı bu iki insan, konuşmayı bilmiyorlar. Doğru iletişim kuramamanın tam da bu kuşağın alâmetifarikası olduğunu iddia edenler de çıkacaktır şüphesiz; ama hayır, buradaki iletişim doğru kurulmayan bir iletişim değil. Hikâyenin devamlılığı için tüm sohbetin aniden sonlanmasından ya da bir şekilde yanlış anlaşılan bir yere çıkmasından bahsediyorum.
Bir yazar doğuyor
Normal İnsanlar bir yerde Twilight gibi, Wattpad kitapları gibi ya da Fifty Shades of Grey gibi kitaplarla da kıyaslanabilir. Herkesin hep bir ağızdan Salinger ya da Jane Austen diye bağırdığı bir evrende, kimsenin aklına bu türden kitapların gelmediğine inanmak hayli güç. Sert erkek figürü, zorbalığa maruz kalan kız, şiddete meyilli aile, birbirine tutunarak hayatta kalmaya çalışan genç çift ve her şeye rağmen başarılı bir okul kariyeri… Happily ever after. Connell da Marianne de, okullarında hayli başarılı. Fifty Shades of Grey’deki Ana’nın yazı çizi işleriyle uğraşmasına benziyor bu. Marianne de, Ana gibi, içinde şiddetin de olduğu tuhaf ilişkiler deneyimliyor. Burada bir yargı yok; hatta bilakis, bu tür bir yargıyı Sally Rooney’de sezmek mümkün: “Kötü biri olduğum için kötü şeyleri hak ettiğimi düşünüyorum” diyor Marianne, yaşadığı ilişkilerle ilgili. (s.137) Connell ise, önceden bahsettiğim gibi, Marianne’e vurmaya kıyamıyor; çünkü kötü çocuk da olsa, Marianne’in saçının kılına zarar gelmesine razı olamaz. Yazı işlerine dönecek olursak, bu karakteri üç boyutlu hale getirmek için kolay bir yöntem sanırım. Evet, Connell, arkadaşının tabiriyle “köylü”, hiç unutmadığı gibi “yoksul” fakat bir yandan da yazar olma iddiası taşıyor. Marianne ise burs alıyor bir yerlerden; bu iki karakter de tavırları da klişe olabilir, ama Rooney karakterlere parlak bir zekâ katarak kitaba bir tık daha derinlik katmaya çalışmış. Çünkü kitabı klasik bir young adult kitabından ayıran tek şey, Connell’ın arada edebiyat ve sanat dünyasına dair yaptığı tespitler, sınıfsal gözlemler, vesaire.
Evet, Sally Rooney Normal İnsanlar’da gerçekten de normal olmaya çalışan insanlar yaratmış. Her tavrında her hareketinde birilerini taklit etme ihtiyacı hisseden ve fakat kahramanlarının hepsi yok olmuş bir nesli anlattığı düşünüldüğünde, Y kuşağı tam da böyle bir şeymiş meğer diye düşünüyor insan. İzledikleri dizilerde, okudukları kitaplarda gördükleri kötü çocukları ve kurtarılmaya muhtaç sessiz kadınları taklit eden, gözü hiçbir zaman doymayan bir kuşak Y kuşağı, anladığım kadarıyla. Susayan ve susadıkça kola içen, kola içtikçe daha da susayan, daha da kola içen; bir yandan Instagram hikâyelerini takip ederken aynı anda YouTube’ta bir programı takip eden ve WhatsApp’ta birileriyle konuşan ve tweet atan –ve haliyle doyumsuzlardır–, tüm bunlara rağmen asla ve asla tatmine ulaşmayan bir nesilse bu kuşak, ve aşkı kavuşamamaktan ibaret sanıyorlarsa ilişki dedikleri şeyi, yani Y kuşağı tam da buysa, Rooney bunu iyi anlatmışa benziyor. Ama asıl soru şu: Salinger’ın burada ne işi var?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.