Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

O duyu henüz keşfedilmedi


Şahane
Toplam oy: 911
Henrietta Rose Innes // Çev. Ezgi Kıymaç
Yüz Kitap
Hep Eve, insana öyküleri neden sevdiğini hatırlatan bir kitap.

Filozof Henri Bergson, hayatın başlı başına canlı bir devinim olduğundan bahseder. Buna göre hayat dümdüz bir yol değil, karşınıza çıkan farklı patikalarıyla her an bambaşka yerlere gidecek bir devinimdir. Bu devinimin içinde sizi o durağan yoldan çıkaracak, hayatınıza gerçek anlamıyla yön verecek şeyse “yaşam gücü” ya da “yaşam atılımı” olarak dilimize çevrilen Élan Vital’dir. Bazı insanlar bu yaşam gücünün büyük patlamalarla değil küçük anlarla yaşandığına inanır. Belli ki Henrietta Rose-Innes de bunlardan biri; Hep Eve kitabındaki öykülerinde, insanların hayatlarında kendilerine dönecekleri, yani hep eve dönecekleri anları kaleme almış.

Başkalarının umursamayacağı, belki anlatsanız bile aynı etkiyi vermeyecek kişisel kırılganlık öyküleri bunlar. İnsanı insan yapan zaafların, karakterler nezdindeki “aydınlanma” anlarına şahit oluyoruz her öyküde. Her öykü de, tıpkı anlattığı karakteri gibi kırılgan ve ince bir dille yazılmış.

Bir kahramanın herkesin kulağında yarattığı ses farklıdır. Yazarın verdiği ipuçlarına rağmen gözünüzde canlandırdığınız şekli de değişir elbet. Hep Eve’nin öykü karakterleriyse hep aynı seste hayat buluyor gibi. Edebi bir yorum değil bu. Karakterlerin sesi yok demek değil istediğim. Sanki yaşamdan yaşama geçen; bazen kütüphanedeki bir çocuğu, bazen hayatını sorgulayan yaşlı bir kadını, bazen ilişkisinden uzaklaşmaya çalışan genç bir adamı ya da korkularıyla yüzleşen yetişkin bir adamı uzaktan bir köşede izlerken anlatan bir ses gibi onunki. Bazı işaretler, yazarın dokunmayı sevdikleri, o anlatıcının sesinde zaman zaman belirip onun hâlâ o köşede olup öyküyü anlattığını hatırlatıyor; kum taneleri, mavi renkler, mavi sular, güvercinler gibi...

Cumartesi günü kütüphaneye kapatılan çocuğun sıkıntısı, kocasından kaçan kadının sıkıntısı, mahallesine koca bir otel yapılan yaşlı kadının sıkıntısı, kitabını çıkarcı bir yazara göstermek isteyen genç bir yazarın sıkıntısı, sevgilisiyle işlerin yolunda asla gitmeyeceğini anlayan genç delikanlının sıkıntısı, on üç yaşındaki tutkuyu arayan kadının sıkıntısı... Hepimizin sahip olduğu o minik mide burucu şeyler aslında. Öyküleri güzelleştirense kabullenme, affetme ya da farkındalık anlarına bizi şahit ediyor olması.

Ve tasvirler; Henrietta Rose-Innes canlıları nesnelerle, nesneleri ise canlılarla betimlemeyi seviyor... Gördüğünüzü sandığınız ama ifade edemediğiniz her şey onun tasvirlerinde can buluyor. Ne kadar hüzün bulaşsa da insanı iyi hissettiren hali de belki bu tanıdık histen. Onun öykülerine büyülü gerçeklik denemez ama hayatın içindeki büyülü gerçeklikler gibi oldukları kesin.

Son olarak; Hep Eve, insana öyküleri neden sevdiğini hatırlatan bir kitap. Ağızda bir anda eriyip, bıraktığı tada rağmen ortadan kaybolan leziz bir şeker gibi. Sanki henüz keşfedilmemiş bir duyumuza hitap ediyor Henrietta Rose-Innes.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Gökçe İrten

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.