Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Okurunu hafife alan 'bir' felsefe tarihi


Vasat
Toplam oy: 1081
Afşar Timuçin
Bulut Yayınları
Yazar, “Bu öznel bir felsefe tarihidir”, yayıncı ise, “Hayır, gayet nesnel yazılmıştır” diyor.

Lise Felsefe Ders Kitabı’nda ‘Varlık Felsefesi’ ünitesinde ‘Nihilizm’ başlığında Nietzsche anlatılır. Kitaba göre Nietzsche Nihilizm’in temsilcisi yani. ‘Tanrı’yı öldüren adam’ olarak biliyoruz Nietzsche’yi karıştırmış olabilirler mi diye düşünüyor insan. Nietzsche Nihilist değil, nihilist de değil. ‘Trajik insan’a yaklaşırken aşılması gereken bir safha nihilizm ona göre. Neyse, mevzumuz bu değil.


 
Afşar Timuçin’in ‘Gençler için Felsefe Tarihi’ni görünce dedim ki, “(Bir) Marksizm bakışıyla yazılmıştır herhalde.” Ortadan bir yerden açıp okumaya başladım, Nietzsche’den. “Eh” dedim, “(Bir) Marksizm bakışıyla yazılmamış”. Aziz Çalışlar’la Afşar Timuçin’i mi karıştırıyorum acaba, dedim. Ve baştan okumaya başladım. Önyargı kötü bir şey tabii.


 
“Bu kitabı ülkemin kendi çıkarlarını insanlığın çıkarlarından üstün tutmayan gençlere sunuyorum.” (Önsöz’den) Güzel… Yazarın milliyetçi olmadığını biliyoruz zaten. Bunda bir sorun yok… mu acaba? Konumuz felsefe ya, o yüzden ‘siyaseten tavır’a takılmadan kavramsal olana bakıyoruz. “İnsanlık”… Biliyoruz ki “insanlık” bir Aydınlanma icadıdır. Ve Allah iyiliğini versin, daha modern bir icat olan milliyetçilikten de daha iyidir. Ama var mıdır bir insanlık? Ya da yok mudur koskoca bir Aydınlanma eleştirisi yapan felsefi gelenek? Yoktur ve vardır.


 

Kitabın arka kapak tanıtım yazısında “tam anlamında nesnel ölçüler içinde yazılmış olan…” diye bir ifade var. Oysa yazar önsözde ‘farklı felsefe tarihi kitaplarının’ yazılmasının yararından söz edip, “Ne olursa olsun herkes kendi açısından bakabiliyor” diyor. Yani yazar, “Bu öznel bir felsefe tarihidir”,   yayıncı ise, “Hayır, gayet nesnel yazılmıştır” diyor. Denebilir ki: “Nesneldir” diyenin bir ‘özne’ olduğunu varsayarsak “Ona göre nesneldir”, yani özneldir. Tabii kitap ‘gençler için’ olunca bu bakış biraz kafa karıştırıcı (mı?). Çünkü devamında diyebiliriz ki, “Zaten ‘özne’ de yoktur”. Bunu demeyelim, çünkü derdimiz ‘gençler için felsefe’. Kafalar ‘karışmasın’.



Kim bu 'gençler'?



Onlar için hazırlanmış bir ‘felsefe tarihi’ kitabını okuyacak ‘gençler’ kimdir aslında? Bir lise 3. sınıf dersliğini düşündüğünüzde, diyelim ki 30 kişilik bir sınıfta felsefeyle ilgili, felsefeye ilgi duyan ve duyma ihtimali olan öğrenciler muhtemeldir ki o sınıfta azınlığı oluşturuyordur. Felsefenin ‘bir işe yarayacağına’ dair fikirleri olmadığından başlayan, üniversite giriş sınavında felsefeden az soru çıktığına, felsefe hocalarının çoğunlukla solcu olduğuna kadar giden pek çok gerekçeyle çoğunluk, felsefeyle ilgili değildir.


 
‘Gençler için felsefe’ dediğinizde muhatabınız bir azınlıktır. Anket çalışması yapmadım ama, bu azınlığın da sınıflarının zeki, sıra dışı, sorgulayıcı niteliklerini haiz öğrencileri olduğunu öğretmenlerinden öğrenebilirsiniz. Yani onları hafife almamak lazım.


 
Afşar Timuçin muhataplarını hafife almış gibi görünüyor: “Filozof ortaya koyduğu görüşlerle köklü bir düşünce dizgesi oluşturur. Gerçek anlamda her felsefe bir dizgesel bütünlük ortaya koyar” (S.32) dediğinde doğal olarak Aristoteles, Kant, Hegel gibi büyük sistemler oluşturan filozofların dışında kalan Pascal, Schopenhauer, Nietzsche gibiler filozof değil de ‘düşünür’ olabiliyor ancak. ‘Gençler’in kimin filozof olduğuna dair daha ciddi fikirleri olduğunu düşünüyorum.


 

Diyor ki yazar, “Felsefeleri kişilerden çok toplumların, bir başka deyişle bir yerin ve bir zamanın ürünü olarak kavramak doğru olur” . Yani zamanını aşan, ‘geleceğe’ yazan, gelecekte anlaşılabilecek filozofların olanaksız olduğunu iddia ediyor. Bu “Felsefe tarihi düz bir çizgide ‘ilerleyen’ bir tarihtir” anlamına geliyor. Oysa ‘bu tarih’in kendisi bunu dışlayan yeterince örnekle dolu. Ve tabii ki felsefe tarihini merak eden ‘gençler’ de zamanın dışına çıkmak isteyen, tarihselliğe direnen, sıranın dışındaki bireylerdir çoğu kez. Anket yapmadım ama, ‘biliyorum’. 

 


Descartes’ın uzun burnu


 
Biyografik anekdotlar edebiyatçıları, sanatçıları anlamak için bir şeyler söylese de genelde filozoflar için daha az işlev görür. Kant’ın ‘dakikliği’ ile ‘Kritik’ felsefesi arasında ille de bir ilişki kuramayız. Ama Diogenes misâli örtüştüğü durumlar da vardır.


 
“Descartes’ın boyu epeyce kısaymış, başı oldukça büyükmüş, alnı geniş ve çıkıkmış, kara saçları kaşlarına kadar iniyormuş, gözleri birbirinden ayrıkmış, çıkıntılı burnu geniş ve uzunmuş, ağzı büyükmüş ve alt dudağı üst dudağından öndeymiş, yüz yapısı ovalmiş, teni çocukluğunda çok solgunmuş ama gençlik yıllarında biraz pembeleşmiş ve orta yaşa doğru esmerleşmiş.” (S170)


 
Descartes ile ilgili bu anekdot ne anlatıyor bize, ‘Cogito’yu daha iyi anlamamıza katkı mahiyetinde? Hiçbir şey, ya da arabaşlığa bakarsak (‘Bir bilge örneği’), bilgeler dış görünüş olarak Descartes gibi insanlardır.


 
Galiba bu ‘somutlama’ ihtiyacı, ‘gençler’in felsefeyi ‘fazla soyut’ buldukları ön kabulüyle ilgili; çünkü daha ilk bölümde “Filozof çok zaman sanıldığının tersine olağanüstü insan değildir, herkes gibi bir bireydir” (S.22) diyor yazar. Evet, doğaüstü güçlere sahip değildir filozof ama ‘herkes’ gibi de değildir, pekâlâ da sıra dışı bir iştir yaptığı.


 
Afşar Timuçin’in kitabı yer yer (Bir) Marksist bakış açısıyla (“Bir filozofun bilinç koşulları öncelikle onun yaşadığı yerin ve zamanın toplumsal ve iktisadi koşullarınca belirlenmiştir” S.23) yazılmış, olası okurlarını hafife alan bir felsefe tarihi. Yazarın da dediği gibi “daha iyisi her zaman yapılabilir.”

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Genel olarak güzel eleştiriler fakat düz çizgisel zaman eleştirisi o alıntı için çok zorlama olmuş. Bir de Descartes'ın dış görünüşünün betimlenmesi de gayet normal mesela Platon'la hocası Socrates'i ayırırken de esprili olarak dış görünüş özelliklerinin kullanıldığını İhsan Oktay Anar'da bile gördüm ki bunu Nietzsche de yapıyor.

36%
64%

laf olsun diye eleştiri yazmayın lütfen!!!

25%
75%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.