Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Onlar ve bizler diye kırk parçaya ayrıldık


Zayıf
Toplam oy: 1224
Julie Otsuka
Domingo Yayınevi
Tarihi güçlüler yazdığında, edebiyatla karşılık verdik. Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda’sı işte böyle bir edebiyat ürünü.

Oysa, analardan doğmadan önce, ilk olanımızı kimin, nasıl var ettiği konusunda bile anlaşamadık. Var idik bir şekilde, türlü farklı şekilde. Çoktuk. Aynı değildik. Geldiğimiz yerler, anamızdan öğrendiklerimiz, dilimiz, dinimiz, derimiz, rengimiz, cinsiyetimiz, hayat kurallarımız farklı. Kurduğumuz hayatlar benzemez.

 

Dünyanın her yerine dağıldık. Onlar ve bizler diye kırk parçaya ayrıldık. Onlar, bize bunlar diyor. Kah bizler tarafında olduk, kah onlar. Kah güç bulduk bu ler’li lar’lı çoğul eklerinde, kah sığınak. En büyük zaafımız oldu çoğulluk. Tekil seslerimiz aynı değil ama, gerektiğinde aynı sesi çıkarmayı bildik dahil olduğumuz, ait hissettiğimiz çoğul ekinin tonundan. Ler misin? Lar mı? Hükmetmek, başkaldırmak ya da korunmak için yaptık seçimimizi. Çoğul ekleri sesimizi gür çıkardı, yazgısı ortak bir hikaye ile birbirimize bağladı. Tekil seslerimizle içimizden konuştuk, çoğul olmadan önce birey olduğumuzu unutmayalım diye. Analar kulağımıza fısıldadı tek tek. Yine de bazılarımız unuttu mecburen.

 

 

 

Bu yazgısı ortak hikayeden, içimizdeki seslerden, kulağımızdaki fısıltılardan edebiyatlar ürettik. Tarihi güçlüler yazdığında, edebiyatla karşılık verdik.  Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda’sı  işte böyle bir edebiyat ürünü.

 

 

 

 

Kimonolu gelinler

 

 

 

 

 

 

Romanın içindeki ‘biz’, 1900’lü yılların başında Amerika’ya gemilerle getirtilen Japon kadınların sesi. Kendilerinden önce Amerika’ya çalışmak için göç etmiş, sözde başarılı olmuş, evli, arabalı, üç parçalı takım elbiseli Japon damatlarla evleneceklerini sanıyorlar. Ellerinde damatların fotoğrafı bile var. Vaadedilen rüya yalan çıkıyor karaya vardıklarında. Gelin değil, kaçak ucuz işçi olduklarını anlıyorlar. Damatların kimsenin yapmayı istemediği işleri yapmaktan hoyratlaşmış kaba saba elleri bedenlerine dokunduğunda evlilik başlıyor.  Tarlada, zenginlerin hizmetinde, kuru temizlemecide çalışıyorlar. Çok çalışıp toprak sahibi oluyorlar banka kredisiyle. Çocukları oluyor. Mahalleler kuruyorlar. İkinci nesil biraz daha Amerikanlaşıyor. Bu sırada savaş çıkıyor. Ev dedikleri yer düşman toprağı oluyor. FBI onları casus ilan ediyor. Kocalar birer birer alınıp götürülüyor. Sonunda bütün varlıklarını bavullara sığdırıp savaş kamplarına gönderiliyorlar. Geride kalan, tavan arasında unutulan bir Buda heykeli. Kayboluş diyor yazar Julie Otsuka bu sona.

 

 

 

Japon-Amerikan edebiyatı

 


Otsuka’nın romanı bir bilinmezle bitse de, kaybolmuyorlar. Önce otobiyografilerle sonra romanlarla Amerikan edebiyatının önemli bir parçası olan göçmen edebiyatının Japon kökenli yazarları yine bu kadınlar oluyor. Gelenek olarak susmaları, kabullenmeleri, katlanmaları öğretilen bu kadınlar savaş kampında hapis tutulurken, yıllardır üzerlerinde taşıdıkları kimonolu kadın kimliğinden özgürleştirmeyi başarıyorlar kendilerini. İki farklı kültür, kimlik, gurur anlayışı arasındaki savaşın bir benzeri kamptaki Japon kadınların ruhlarında da kopuyor. Sonunda, kamplardan kurtulduklarında, aradan bir iki nesillik bir zaman geçtiğinde, benliklerindeki Japon taraflarıyla, Amerikan tarafları arasındaki savaş da bitiyor. Gemilerle Amerika’ya gelin olarak gelen kadınların ait olduğu çoğulluk, kendini başka türlü ‘bizler’ olarak tanımlayan bir çoğulluğa dönüşüyor.

 

 

 

 

 

Bütün göçmen edebiyatında olduğu gibi, Japon-Amerikan edebiyatı da kendini hapsettiği tarihi olaylar ve sonuçları yüzünden birbirinin benzeri, karakterlerin tanıklıklarına dayanan eserler veriyor. Bir romanın nerede bitip diğerinin nerede başladığı flu. Ama bu birbirine bir şekilde bağlı edebiyat, anaakım ‘onlar’ ağzından yazılmış tarihe ancak karşı çıkacak gücü bulabilir.

 

 

 

 

Birinci çoğul şahsın romanı

 


Tavan Arasındaki Buda birinci çoğul şahsın romanı. ‘Biz’ diye başlayan cümlelerle örülmüş. Julie Otsuka sanki ilk satırdan itibaren daha yüksek bir sese ihtiyaç duyduğunu biliyor. Japon-Amerikan edebiyatındaki aynılığı, kendi biçemini farklı kılmak için avantaja çeviriyor belki de. Sadece romanın son bölümünü onlar ağzıyla yazmayı seçerek olayların böyle nasıl bütün gerçekliğiyle anlatılamayacağını gösteriyor yazar. Trajik kahramanın yerini almış bir Yunan tragedyası korosu başkahraman Otsuka’nın romanında. Cümleler, nokta atışı betimlemeler yapıyor, birkaç sözcükle bir hayat hikayesi anlatıyor. Böylelikle çoğulluk sadece ‘biz’ diye başlayan cümlelerle değil, çoğunlukla isimsiz kahramanların birbiri üzerine eklenen hayat hikayelerinin ortak kaderiyle de pekiştiriliyor. Bir tanı koymak gerekirse eğer, manzum hikaye, mensur şiir ya da tek cümlelik kısa hikayeler şeklinde yazılmış bir roman diyebiliriz Tavan Arasındaki Buda için. Her cümle, romanın sonundaki savaş kamplarına doğru çıkılan yürüyüş gibi rap rap bir ritimle okuru son sayfaya ulaştırıyor. Sağa sola sapmaya, verilen detaylardan yan hikayelerin peşinden gitmeye vakit yok, izin de yok. Rap rap.

 

 

Romandaki birinci çoğul şahıs, yani kendilerinden ‘biz’ diye söz eden Japon kadınlar, roman boyunca farklı ‘onlar’ ile karşılaşırlar. ‘Onlar’ önceleri, Japonya’da bıraktıkları aileleri, sevdikleridir. Amerika’ya vardıklarında evlendirildikleri kocaları, hayatları boyunca ‘onlar’dır kadınlar için. Bu yeni ülkedeki diğer ırktan olan göçmenler, beyaz ırktan olan işverenler kadınların kendilerini karşı karşıya buldukları ‘onlar’ grupları. Kendi doğurdukları çocuklar bile, ikinci nesil göçmenler olarak ‘onlar’laşır. Bu farklı ‘onlar’ gruplarıyla olan ilişkileri kadınları umuttan gerçeğe, kabullenmekten yetinmeye, gelenekten sıradanlaşmaya, güvensizlikten korkuya taşıyacak, hikayeleri bu romanda bitmeyecek. Asıl son, yıllar sonra böyle bir romanın bu kadınların soyundan gelen bir Japon-Amerikan kadın yazar tarafından yazılmış olması ve ödül kazanması. Kitap 2011 National Book Award finalistliği, 2012 Pen/Faulkner roman ödülü sahibi.

 

 

 

 

Bu kitaptan bize ne?

 


Bu kırmızı ciltli, şömizli, beyaz kurdele ayraçlı kitabı okumak kadar dokunmak, sahip olmak da çok güzel. Ancak bu kitabı okuyan ‘bizler’ için yazar da, birinci çoğul şahıs Japon kadınlar korosu da ‘onlar’ sayılmaz mı? Okudukça karar verecek okur hangi taraftan olduğuna. Ler mi? Lar mı? Bir de ipucu vereyim. Bugün yaşadıklarımızla paralel kurmayı başaran okur, sorunun cevabını bulur.

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.