Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Pandeminin ortasında çiçek açar mı?


Şahane
Toplam oy: 154
Margaret Atwood’un, 11 Eylül sonrasında yaşadığı dehşetin etkisinden henüz çıkmamışken yazdığı ve 2003 yılında yayınlanan Antilop ve Flurya romanı, bugünlerde yakından tanık olduğumuz üzere insanın yıkıcı gücü ile yapıcı gücünün nasıl da iç içe olgular olduğu gerçeğini yüzümüze vuruyor.

“Gereken tek şey,” dedi Flurya, “tek bir neslin yok edilmesi. Herhangi bir şeyin tek neslinin. Böceklerin, ağaçların, mikropların, bilim adamlarının, Fransızca konuşanların, herhangi bir şeyin. Önceki ve sonraki nesil arasındaki bağlantıyı koparırsan oyunu sonsuza kadar bitirirsin.”

 

Antilop ve Flurya

Edebiyat; kaçak dövüşe, kaytarmaya, yüzleşmemeye müsaade etmez. Sizi kulağınızdan veya burnunuzdan tuttuğu gibi çeke çeke saklandığınız hakikatin karşısına çıkarıverir. Bunu bazen şakayla ve neşeyle yapma alicenaplığını gösterse de bazen tekinsizlik hissini damarlarınıza dek hissettirerek yapar. Şimdilerde, 1985 yılında kaleme aldığı Damızlık Kızın Öyküsü kitabı ile tabiri caizse yeniden meşhur olan Margaret Atwood da böyle çetin yüzleşmelerin ve tedirgin edici eserlerin yazarı. Romanlarının ve hikayelerinin birçoğu bilim-kurgu sayılabilecek olsa bile böyle kategorize edilmeyi reddeden ve “spekülatif kurgu” yazdığını ifade eden Atwood’un kaleme aldığı birçok eser, okuyucusunu okurken de sonrasında da bir türlü rahat bırakmaz.
Margaret Atwood’un, 11 Eylül sonrasında yaşadığı dehşetin etkisinden henüz çıkmamışken yazdığı ve 2003 yılında yayınlanan Antilop ve Flurya romanı, bugünlerde yakından tanık olduğumuz üzere insanın yıkıcı gücü ile yapıcı gücünün nasıl da iç içe olgular olduğu gerçeğini yüzümüze vuruyor. Atwood’un bahsettiğimiz üslubu bu romanda da kendini gösteriyor ve okuyucuyu zaman zaman kitabı elinden bir kenara bıraktıracak kadar derin bir tedirginlik hissi ile yokluyor.
Uzak olmayan bir gelecek

Bu tedirginlik hissinin başlıca sebebi, romanın anlatıcısı ve -görünen o ki- bir virüs salgını tüm dünya insanlarını yok ettikten sonra dünya üzerinde sağ kalmış tek insan olan Jimmy’nin iç konuşmaları değil elbet. Hatta, insanlığın bir virüs salgını ile son bulması ve romanda bu pandemik ile başarısız ve canhıraş mücadelenin tüm aşamalarının acımasız bir gerçeklikle anlatılması da değil. Roman, kendisine daha sonra Flurya takma ismini verecek Glenn’in yukarıda alıntılanan cümlesi üstünde dönüyor. Tek bir nesil yeter diyor Flurya, tek bir nesili yok etmek yeter, insanlık denen hayal kırıklığından kurtulmak için.
Çok da uzak olmayan bir gelecekte, ülkelerin ve hükümetlerin, güç ve etkilerini açıkça göstermekten artık çekinmeyen, kendilerine ait kolluk kuvvetleri olan büyük şirketlerce yönetildiği bir zamanda geçiyor roman. Bu büyük şirketler, ana merkezlerinin, araştırma enstitülerinin bulunduğu ve çalışanları ile ailelerinin yaşadığı, büyük, kapılı, ileri seviyede korunaklı, refah içindeki sitelerde konuşlanmışken insanların çoğu -ve tabii bu şirketlerin de müşterilerinin çoğudışarıdaki dünyada giderek kötüleşen çevre koşullarına karşı yaşam mücadelesi vermektedir. Şirketlerin yönettiği bu dünyada bütün bilimsel gelişmeler ve teknoloji artık alenen şirketlere aittir ve kapitalist gelişmenin, halkı uyuşturmanın hizmetindedir. Yani her şey haliyle satış odaklıdır ve kaynakların da ekolojik dengenin da gittikçe artan bir hızla yok edilmesine sesini çıkartacak pek az insan kalmıştır. İnsanların zaaflarını sürekli suistimal ederek onları daha fazla satın almaya iten sentetik ürünler üreten bu şirket devletlerin üretimlerinin ana kalemleri ise güzellik ve sağlıktır.
Bütün kötülükler olağanlaşır

Atwood’un resmettiği dünyadaki sistemde iyiye doğruya güzele dair bir nüve bulmak çok zor olmasına rağmen, şirketlerin üretimlerini güzellik ve sağlık odaklı yapmasının ironisi gözden kaçmaz kaçmamasına ama Atwood, okuyucusunu bu kadarla bırakmaz: Acımasız, güce dayalı, içinde yaşanması zor ve yapılanların tahammül sınırlarını zorladığı bir teknokrasiyi anlatır. Gen teknolojisinin ilerlemesi ile insan dokuları verilerek insanlara organ üretilmesi için tarla gibi kullanılan domuzlar, insanlara istedikleri renkte ve şekilde gür ve sık saçlar üretmek için yünlerinin geni değiştirilmiş koyunlar, çocukların eğlenmesi ve ev içinde kaybolduklarında kolay bulunmaları için neon yeşiline dönüştürülmüş tavşanlar gibi gelişmeler bir yanda; devamlı izlenilen ve izleyen bir dünyada görülebilmek için yapılan ve ratingi yükseltmek için dehşeti, şiddeti gittikçe artan gösteriler, bio-terörizm tehditleri diğer yanda, insana kaçacak yer bırakmaz. Bu yarı-distopik teknokraside insanlığa dair iyi ve doğru adına ne varsa hepsinin hızla tükenişini ve bütün bu kötülüklerin olağanlığını izler, romanda anlatılan insanlığın sonunun, aslında virüsün baş göstermesinden çok önce geldiğini görürüz.
Virüs salgınının sebebi kitabın sonuna dek kendini belli etmezken, romanın anlatıcısı Jimmy’nin çobanlığını yaptığı yeni bir tür insansı yaratık kabilesinden de bahsetmek gerekir. Jimmy’nin çocukluk arkadaşı ve sonrasında patronu genetik mühendislik dahisi Flurya tarafından sentezlenmiş bu yeni insansı grubu, belli ki insanlıktan sonra gelecek insanlar olarak dizayn edilmişlerdir. Doğanın ve insanların tüm üstün özelliklerini alıp insanın rekabete ve hırsa dayalı özelliklerinin çıkartılması ile oluşan bu deney-insanlar, Cennet Bahçesi’ni andırır korunaklı alanlarından, insanlardan temizlenmek suretiyle masumiyetlerine hazır hale getirilmiş dünyaya Jimmy önderliğinde salınırlar. Burada Atwood’un ironisi yine göze çarpar, kıyamet sonrası dünyada kanlı ve çürümüş zombiler değil; genetikleri ile oynanmış, ölüm hisleri olmadığı için öleceklerinden bihaber (yani sonsuza dek yaşayan), estetik olarak komik sayılacak derecede mükemmel canlılar dolaşır.
Dünya üzerindeki tek insan olduğunu düşünen ve korunaklı alanından bütün dünyanın nasıl pandemiye yenik düştüğünü izlemek zorunda kalan Jimmy, roman boyunca yarı meczup şekilde “Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyordu; bir daha elde edemeyeceği geçmiş mi, eğer fazla berrak bir şekilde bakarsa onu yok edecek şimdi mi? Ve, tabii ki bir de gelecek vardı. Vertigonun ta kendisi.” Jimmy’nin ruh hali aslında pandemi öncesi umutsuz insanlığın çaresizliğini de yansıtmaktadır. Romanın sonunda baş gösteren beklenmedik olay ise Jimmy’yi yine bir ahlaki ikilemde bırakır.
Bir uyarı rehberi gibi okunabilir
Antilop ve Flurya tek başına rahatlıkla okunur bir kitap olmakla beraber devamı olan Tufan Zamanı (2009) ve Delli- Addem (2013) ile Margaret Atwood anlattığı dünyanın sonu hakkındaki “spekülasyon”larını tamamlar. Tufan Zamanı, Antilop ve Flurya’da anlatılan olaylara, sitelerin dışındaki avamların dünyasından, özellikle de Tanrının Bahçıvanları denilen çevreci bir grubun perspektifinden bakar. Bu grup binaların çatılarında kendilerine bahçeler yapmakta ve gelmesini bekledikleri “susuz tufan” için hazırlanmaktadırlar.
Nitekim, bir önceki romanda bahsedilen virüs salgını tüm dünyayı sardığında, bekledikleri tufanı da bulmuş olurlar. DelliAddem hayatta kalanların tufandan sonraki dünyaya uyum sağlama çabalarını anlatmaya devam eder.
Bu kitap basıldığı sene çevreci gruplar tarafından büyük rağbet görür ve Atwood’dan kitap tanıtımı için gittiği dünya şehirlerinde kitabın içindeki Tanrının Bahçıvanları’na ait ilahileri okuması istenir, bunun için törenler düzenlenir. Kitaplara yönelik ilginin sadece geçici heves olmadığı aşikar. Antilop ve Flurya’yı özellikle de şu günlerde bir uyarı rehberi gibi okumamak zor. Kendisini uzun ve güçlü görünen yapılara ve aşılmaz gözüken teknolojilere hapseden, doğaya ve çevresine –dolayısıyla aslında kendisine de- gereken saygıyı gösteremeyen insanlığı ve çıkmazlarını anlatan kitaplardaki en dikkat çekici husus şu sanırım: İnsanlık yok olurken dünyanın dönmeye, dönerken güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemeye devam etmesi. Atwood, tufanı resmederken bir yandan ağaçları, hayvanları, çiçekleri anlatmayı da sürdürüyor. İnsanlık için kıyamet kopsa dahi çiçekler açmaya devam ediyor. Dünya insanlığa verebileceği en güzel cevabı böylece veriyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.