Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Rus yazarlarıyla ilgili derslerin tüm müsveddeleri


Zayıf
Toplam oy: 1178
Vladimir Nabokov
İletişim Yayınevi
Lolita’nın gölgesi, Nabokov’un diğer romanlarına olduğu gibi akademisyenliğinin üzerine de düşmüş.

Vladimir Nabokov, Türkçede de yakın bir zaman önce yayımlanan Laura’nın Aslı kitabıyla yeniden gündeme gelmişti. Geçen yılki haberlerden hatırlanacaktır, yarım kalmış bir roman Laura’nın Aslı; hastane odasında bile fihrist kartlarını notlarıyla doldurmaya devam eden Nabokov’un, 1977 yılında konjestif bronşite yenik düşmesiyle tamamlayamadığı... 2009 yılına kadar da gün ışığı görmemişti bu eser. (Yazarın oğlu Dmitri Nabokov, annesinin de ölümünün ardından tamamen onun inisiyatifine kalan –ufak bir banka kasasının sessizliğindeki– bu mirası, “ara sıra içinde bulunduğu kasvetten çıkıp bir anlığına dışarı bir göz atsın” diye ara ara okuduğunu söylüyor.) Yarım kalmış olsa da, Laura’nın Aslı’nın bu kadar “geç” yayımlanmasının sebebi, Nabokov’un, tamamlanmadan ölürse bu romanın ortadan kaldırılması konusunda kesin talimatlar vermiş olması. Sonuç olarak oğul Nabokov “talimatlara uymayarak” 2008’de romanın fihrist kartları üzerine yazılmış taslağını olduğu gibi yayımlama kararını açıklamıştı ve bir yıl sonra da kitap çıktı. Bu kararın doğru olup olmadığının çokça tartışılması bir yana, bir Nabokov eserini okumaktan mahrum kalma noktasına geldiğimiz tek olay bu değil. Nabokov denince akla ilk gelen romanı olan ve çoğu zaman yazarını dahi gölgeleyen Lolita da gözlerden ırak olmaktan, dahası yanmaktan son anda kurtulmuş. Romanının sonsuza dek yanlış anlaşılacağına kanaat getiren Nabokov, müsveddeyi yok etmeye karar veriyor ama karısı Véra son anda engel oluyor Lolita’yı yakmasına, hem de iki kere.

 

 

 

 

 

Bilindiği gibi Humbert Humbert isimli orta yaşlı bir edebiyat profesörünün, üçte biri yaşındaki Dolores Haze’e olan “tutku”sunun hikayesidir Lolita. Humbert’a göre, “Her şeyden önce ve her şeyin üstünde sadece o var.”dır, Dolores Haze ya da kendi deyişiyle Lolita: “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta. Sabahları ayağında çorabının teki, bir elli boyu ile Lo idi, sadece Lo. Ayağında bol gündelik pantolonu ile Lola. Okulda Dolly. Kayıtlardaki noktalı çizgilerde Dolores. Ama benim kollarımda hep Lolita idi.”

 

 

 

 

 

 

Lolita’nın dünya çapında bu kadar ünlenmesinde, hikayesinin geniş kitlelerce bilinirliğinde kuşkusuz beyazperdeye uyarlanmış olmasının da payı büyük. Yönetmen Stanley Kubrick 1962’de, yönetmen Adrian Lyne de 1997’de aktardı beyazperdeye Lolita’yı. Gerçi Lolita, bu filmlerden önce de yeterince ün sağlamıştı Nabokov’a. Hatta bir akademisyenin anlatıldığı roman, Nabokov’un akademisyenliği bırakmasına da neden olmuştu.  

 

 

 

 

Nabokov’un ders notları

 

 

Karısı ve oğluyla ABD'ye göç eden Nabokov, 1940 yılında başlıyor akademik kariyerine. İlk öğretmenlik deneyimini, Stanford Üniversitesi yaz okulunda Rus edebiyatı dersleri vererek elde ediyor. Sonrasında Avrupa edebiyatının ustaları ve çevirilerle ilgili derslere de giriyor. 1958 yılında ders vermeyi bırakmasının sebebi ise, Lolita’nın kazandığı başarı.
Lolita’nın gölgesi Nabokov’un diğer romanlarına olduğu gibi akademisyenliğinin üzerine de düşmüş; biyografisinin ayrıntılarına vakıf olmayanlar için kuşkusuz yeni bir bilgi Nabokov'un akademisyenliği, ama şüphelenmiyor da değildik aslında. İletişim Yayınları’ndan çıkan bazı dünya klasiklerinde Nabokov’un “sonsöz”lerine sıklıkla rastlıyorduk; Tolstoy’un Anna Karenina’sında, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ında, Gogol’ün Ölü Canlar’ında ya da Robert Louis Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ındaki gibi. Ayrıca İletişim, Nabokov’un Gogol kitabını da yayımlamıştı. Tüm bu yazıların bir kaynağı olmalıydı; Nabokov bir akademisyendi, bunlar da ders notlarıydı elbette...

 

 

 

 

 

 

 

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Rus Edebiyatı Dersleri’nde, Nabokov’un Rus yazarlarıyla ilgili derslerinin tüm müsveddeleri yer alıyor. Böylelikle Nabokov’un notlarına –öğrencilerin fotokopicilerde aranması gibi kimi kitapların sonsözlerinde aranmak yerine– bir bütün halinde kolaylıkla ulaşabilir durumdayız. Gogol’ü (daha önce yayımlanan Gogol kitabı, bu ders notlarının gözden geçirilmiş hali), Turgenyev’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Çehov’u ve Gorki’yi anlatıyor Nabokov – aslında Krilov, Lermontov, Batyuşkov, Fonvizin gibi nispeten daha az tanınır Rus yazarlardan da bahsetmiş derslerinde ama bu notlar saklanmamış maalesef. Her bir yazarın kısa bir biyografisini veriyor öncelikle, ardından söz konusu yazarın diğer eserleriyle ilgili özet bilgiler sunuyor ve sonra da ele alınacak temel eseri yakından incelemeye geçiyor. Nabokov’un görüşlerine ilişkin genel bir çerçeve çizmek için şu cümle yeterli olacaktır sanırım: “Tolstoy, düzyazıda Rusların en büyük yazarıdır. Öncülleri Puşkin ve Lermontov’u bir yana bırakırsak Rus düzyazısının en büyük sanatçılarını şöyle sıralayabiliriz: Bir: Tolstoy, iki: Gogol, üç: Çehov, dört: Turgenyev. Bu biraz öğrencilere not vermek gibi bir şey; herhalde Dostoyevski ile Saltikov da, aldıkları kötü notları konuşmak için kapımda bekleşiyorlardır.” Gerçekten de Dostoyevski’nin notu bir hayli kırık: “Rus edebiyatının kaderi onu Rusya’nın en büyük oyun yazarı olmak üzere seçmiş gibidir; fakat Dostoyevski yanlış yola sapıp romanlar yazmıştır. Karamazov Kardeşler her zaman, dağınık bir piyes gibi gelir bana; sadece oyunculara lazım olacak kadar mobilya ve gereç vardır: üzerinde bir bardağın ıslak izi bulunan yuvarlak masa; dışarıda güneş varmış gibi görünsün diye sarıya boyanmış pencere ya da sahne görevlisi tarafından aceleyle getirilip konulmuş çalı.” Ya da örneğin Suç ve Ceza, “Kabak tadı veren, berbat şekilde duygusal ve kötü yazılmış” bir kitaptır Nabokov’a göre. Gorki’nin eserleri de benzer tenkit oklarının hedefindedir.

 

 

 

 

Nabokov’un ders notları deyince, aslında üç ayrı kitaptan bahsediyoruz. Rus Edebiyatı Dersleri'nin ardından Avrupalı yazarlar ve Don Kişot hakkındaki ders notlarının da kısa zaman içerisinde yayımlanmasını bekliyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Manşette kullanılan görsel Sara Margheria'ya aittir.)

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.