Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Semprun'un İnsanlık Örgüsü: Yirmi Yıl ve Birgün


Vasat
Toplam oy: 1062
Jorge Semprun
Özgür Yayınları

Genç devrimci, 87 yaşındaki ünlü İspanyol yazar Jorge Semprun'un Özgür Yayınları'ndan yayımlanan Yirmi Yıl ve Birgün'ü, yazarın tüm romanlarında büyük bir hayranlık ve keyifle karşılaştığımız örgüleme yöntemini aynen sürdürüyor, insanlığın ne anlama geldiği bağlamında da geliştiriyor, yükseltiyor. Semprun, her romanında gördüğümüz bir kaç önemli olayla ilerleme; kahramanları, giderek yükselen sarmallarda bu olaylara geri dönüşlerle geliştirip dönüştürme; böylelikle olayları da damıtılmış bir insanlık kavramı açısından, açılarından yeniden görebilme ve anlamlandırabilmeyi büyük bir ustalıkla gerçekleştiriyor. Yirmi Yıl ve Bir Gün, sadece bu yönüyle önemli değil, Jorge Semprun bu yapıtıyla gezegenin belirli ancak yoğun altüstlüklerin yaşandığı bir dönemine de cerrahi bir müdahelede bulunuyor, gelişkin teknolojiye sahip tıbbi araçların hiçbirinin yapamayacağı bir açıklık ve derinlikle, olanları gözler, akıllar, yürekler önüne seriyor. Semprun okurken ister istemez Balzac geliyor akla; bu büyük ustanın derin ve çok yönlü gözlem yeteneği anımsanıyor, ancak benzetme yapmaktan kaçınılıyor, çünkü Semprun değişik, çok farklı, okuru bulunduğu yerden alıp bambaşka bir yere götürüyor, orada bırakmıyor, daha yapılacak çok iş olduğunu kulağına fısıldıyor. Okur da çalışmak zorunda! Her yazar böyle olabilir, ancak çalışarak yazdıklarının değeri algılanıp düşünsel, duygusal varlığımıza eklenebilir, ancak bu genç devrimci, yapısına çok uyan bir biçimde ve hiçbir kendini beğenmişlik belirtisi göstermeksizin okuru alıyor, aklına ve yüreğine sokuyor, birlikte geçmişte bir gezintiye götürüyor, "İşte gezinti böyle yapılır" diyor. "Artık gerisi sana kalmış. Olaylara nasıl yaklaşacağını kendin bulacaksın."

Ağır görev. Ancak, ilerlemenin ağır görevlerin üstesinden gelerek sağlandığı da bir başka gerçek.

Jorge Semprun: Madrid, 10 Aralık 1923 doğumlu, 87 yaşındaki bu delikanlı, Fransız Direnişi'ndeki rolü ve Franco Diktatörlüğü'ne karşı savaşımıyla ünleniyor. Babası, İspanya'nın Lahey'deki büyükelçisiyken, İspanyol İç Savaşı sonlanıyor, aile Paris'e taşınıyor. Semprun, Sorbonne'da felsefe öğrenimine başlıyor. Komünist direniş örgütüne 1941 yılınlda, İspanyol Komünist Partisi PCE'ye ondan bir yıl sonra katılıyor. Gestapo tarafından tutuklanışı 1943 yılında. İnanılmaz işkenceler görüyor, arkadaşlarıyla birlikte, sonra da Buchenwald Toplama Kampı'na gönderiliyor. Burada da direniş örgütlüylor, boş durmuyor, savaşın bitimiyle birlikte Paris'e yerleşiyor. Franco Diktatörlüğü'ne karşı, 1953-1962 arasında yeraltında savaşım veriyor. İspanyol devleti kendisini yurttaşlıktan çıkarmış olduğu için, Federico Sanches ve Juan Larrea isimleriyle. İspanyol Komünist Partisi PCE'nin Merkez Komitesi'ne 1954 yılında, Politbürosu'na da 1956 yılında giriyor. Stalin üzerine çıkan bir tartışma sonucu PCE ile yolları ayrılıyor, yazmaya da bu arada başlıyor. Otobiyografik özellikleri çok güçlü kaleminin; ancak karakterleri fiktif, gerçek olaylarla bağlantıları, yazdıklarından çıkarabilmek olanaksız. İspanya'da demokratikleşmenin başlamasından sonra, Felipe Gonzales Hükümeti'nde Kültür Bakanlığı görevini üstleniyor, 1988-1991 yılları arasında. Aynı süreçte, Büyük Yolculuk, Ramon Mercader'in İkinci Ölümü, Neçayev'in Dönüşü, Yirmi Yıl ve Bir Gün adlı romanlarıyla kitap okurlarına; Savaş Bitti, Z, İtiraf, Suikast, Dreyfus Olayı gibi senaryolarıyla da film izleyicilerine birikimlerini aktarıyor. Çok ödülü var; 1994 yılında Alman Kitapçıları Barış Ödülü'nü alıyor, 1996'da Goncourt Akademisi'ne üye oluyor, Kudüs Ödülü, Goethe Madalyası, İspanyol Lara Edebiyat Ödülü, Avrupa Edebiyatı Avusturya Devlet Ödülü, Potsdam Üniversitesi Fahri Doktorası gibi değerlendirmelerle onurlandırılıyor bu güleç yüzlü, 87 yaşındaki 'genç'.

Şimdi sıra Yirmi Yıl ve Bir Gün'de. İspanya İç Savaşı'nın başlarında, Toledo'nun bir köyünde, isyancı köylüler, büyük toprak sahibi bir ailenin, işlerin başına geçmesi beklenen oğlunu öldürürler. Aile, bu olaydan sonra her yıl, faciayı ilginç bir yöntemle anar: Olay, canlandırılır. Yirmi Yıl ve Bir Gün, yirminci ve son kez yapılacak olan anma törenine katılmaya gelenler arasındaki karmaşık ilişkileri konu alıyor. O ilişkiler ki aynı zamanda İspanya'nın, Avrupa'nın ve giderek tüm dünyanın insanı hiç de yormayan ve hepimizin tanıdığımız ünlülerin katılımıyla da canlandırılan en özlü anlatımıdır; Semprun çok sevimli girişlerle bu örgüdekileri okşar. Ölenin biri kız diğeri oğlan ikiz çocuklarının arasındaki yakınlaşmaya o insani yaklaşımı Jorge Semprun gösterecektir; annelerinin büyük amcayla olan 'durumu'na da aynı tutumla eğilecek, cinselliğin önemini abartılı sözlere gerek duymaksızın, yıldızlar altında alçak sesle söyleşerek vurgulayacaktır.

Semprun, cesaretini, iki kişiyi sonsuzluğa birlikte gönderecek düzeye de çıkaracaktır, okura duyduğumuz saygı nedeniyle ayrıntı vermeyerek ekleyelim; ve de bizleri güçlendirecektir: Bu gezegende hem 'biricik'iz, hem de yalnız değiliz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.