Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Siyahın Beyazla, Vinyetin Romanla Mücadelesi


Vasat
Toplam oy: 107
Çizgi romanın bile bir edebiyat unsuru olduğunun daha yeni yeni kabul edilmeye başlandığı günümüzde romanların, öykülerin veya şiirlerin bulunduğu mecralarda yer alan resimler veya vinyetler, genelde gözden kaçan, ama bir yandan da bulunduğu mecranın kapsamını genişleterek anlatımı zenginleştiren unsurlar olarak göze çarpıyor. İlk bakışta fark edilmezken, okuyan zihnin ‘yan cebe atarak’ araçsallaştırdığı bu unsurlar, aynı zamanda edebi üretimin tekilliğinin kırılarak çok yönlüleşmesini sağlayan, kolektif bir kültür üretiminin öncüleri olarak önümüze çıkıyor.

Öncelikle başlıktaki ayrık otu kelimeyle başlayalım: vinyet; bir metinde yer alan fikrin veya ilişkili olduğu anlatıdaki kilit noktaların gene o metnin/anlatının yayınlandığı mecra içerisinde görsel olarak ifade edilmesini sağlayan görsel araca verilen addır. Bu adın kapsamı, metin arası basit grafikler veya figürleşmiş harflerden tam sayfa illüstrasyonlara kadar uzanır. İçinde bulunduğunuz bu sayfada –muhtemelen– yer alan çizimde olduğu gibi vinyetler metni desteklemeye, görsel bağ aracılığı ile hikâyenin görsel kapsamını genişletmeye yarar; 19. yy novellalarında veya masal kitaplarında bolca karşımıza çıkar. Vinyetler günümüzde daha çok alt yaş grubuna hitap eden yayınların vazgeçilmezi olarak bilinir; ancak dergi vs. türevi yayınlarda da sık kullanılır. Basit bir tanımla ‘resimli kitap’lardaki resimler, esasında vinyettir.

Kelimelere sığmayan suretler
Vinyetlerin hükmettiği anlatıların yaratıcısı Tuncer Erdem, önceleri çizerliğiyle öne çıkar. Salt çizimlerden oluşan metinsiz ve karanlık siyah beyaz hikâyelerini 80 sonrası mizah dergileri aracılığıyla bizlere ulaştırır. Sonrasında ise bir ressam olarak başladığı kariyeri, görselleşen bir edebiyat etrafında biçimlenir; zamanla kısa öyküler ve şiirler bu siyah beyaz anlatılara eşlik etmeye başlar. Erdem’in bu kapsamlı işlerinin en önde gelenlerinden biri ise, Bilge Karasu’nun şahsımca en zor metinlerinden olan Gece’nin (Metis Yayınları, 1985) kısmen konu edildiği Gece Kitabı’dır (Metis Yayınları, 2012). 'Gece'yle kurduğu ilişkideki kişiselliği kendi tarzında muazzam resmeden Erdem, gene kendine ait anlatılarda metinle vinyetler arasında görünmez bir duvar çekerek ilerler. Bu çizimlerde genel olarak tekinsizlik hâkimdir; çizimlerinin çizgi romandan ayrışarak bir konuk gibi eşlik ettiği bu hikâyelerde Tuncer Erdem anlatıyı iki koldan taşımayı tercih eder. Son kitabı Ölüm Gölgesinde Suretler’de ise Erdem, yarattığı karakterlerin ölümlülüğüne odaklanır. Kitabın girişindeki kısa metinde insanın fotografik temsilinin sınıfsallığa yönelik yaratabileceği farklılıklara sosyolojik açıdan dikkat çekerken, kitabın devamında tam sayfa çizimler üzerinden anlatısını sinematografik ve denemeden öyküleşmeye doğru ilerleyen bir dile dönüştürür.
Siyah beyaz ve iri lekelerden oluşan suretlerle doldurulan her sayfa sessiz bir film karesiymişçesine karşı sayfasında yer alan kısa bir cümle ile desteklenir. Sorgulamadan mağlubiyete, aforizma niteliğindeki cümlelerine çizimler eşlik ederken, bazı kısımlardaysa çizimler, bitişiklerindeki cümleler aracılığıyla konuşuyor gibidir. Erdem, benzerine az rastlanan bu yöntem aracılığıyla insan suretlerine yönelik nev-i şahsına münhasır anlatısını yaratır. Şiirle öykü arasında gidip gelen bir metne sahip bu kitapta Erdem, çizimle yazı arasında paslaşarak insanın görsel temsiline dair hazırladığı soruları, kendine has sözel ve görsel dilin aracılığıyla bizlere tekrar sordurmaktadır.

Çizgi öncesi ve çizgi sonrası metinler

Hakan Günday, yeni nesil genç edebiyatçıların en heyecan verici isimlerinden biri olarak 2000’lerde parladı ve sonrasında her kitabıyla kendi hayran kitlesini genişletmeyi bildi. ‘Yeraltı Edebiyatı’ tanımının hakkını veren anlatılarında yarattığı edebi karanlığı her seferinde okuyucularına hissettirmeyi başardı. Kinyas ve Kayra’dan (Doğan Kitap, 2000) bugüne uzanan yazarlığını, beraberinde Dot’taki oyun yazarlığıyla da çeşitlendirdi. Ancak belki de yaratıcılığındaki en ilginç manevraları, kitaplarının karakteristik kapaklarını tasarlayan Emre Orhun’la gerçekleştirmeye başladı. İkili, Kinyas ve Kayra’nın on sekizinci yıl dönümünde çıkardıkları özel baskıyla (Kinyas ve Kayra: 18. Yıl Resimli Özel Baskısı, Doğan Kitap, 2018) işbirliklerini farklı bir aşamaya getirdi. Orhun’un karakteristik çizgileriyle ve kullandığı gravüre yakınsayan ‘scratchboard’ tekniğiyle görsellerine kavuşan kitap, çizerin dokunuşuyla daha da karanlıklaştı, tekinsizleşti ve belki de ilk baştan hak ettiği kıvama geldi. Orhun, kullandığı teknik aracılığıyla standart çizim yöntemlerinin tersine, kâğıda boştan doluya değil, doludan boşa ilerleyerek yaklaştı ve hikâyenin bu katmerli halindeki farklı görsel dili de bu şekilde oluşturdu. Günday ve Orhun 2008’den beri tasarlamayı sürdürdükleri ve nihayet tamamladıkları resimli romanları Kana Diz Kana* ile tekrar ve bu sefer daha derinlikli bir işbirliği ile karşımıza çıkıyor. Kitabın ana kahramanının dizinden yaralanması ve bu yarayı satın almak isteyen bir palyaçoyla karşılaşması üzerinden ilerleyen hikâye, bazen metnin çizginin üzerine çıktığı; bazen de çizginin metni bastırdığı paralellikte devam eden depresif bir curcunaya dönüşüyor. Kitaba yönelik en oyuncaklı kısım ise çizim aşamasında oluşturulan esas metnin kitapta ek olarak ayrıca yer alması. Yani, Günday’ın Orhun’un esas hikâyesinden bihaber şekilde, çizimlerden fikir edinerek oluşturduğu diyalogların paralelinde gene çizer Orhun’a ait hikâyedeki öz diyalogları da kitap içerisinde incelemek mümkün. Bu sayede Günday ve Orhun, çizim öncesi düşünülen metinlerin, çizim sonrasında oluşturulan metinlerle nasıl çekiştiğini veya çeliştiğini okura sunarak, daha önce pek de örneği görülmemiş bir denemeye imza atıyor. Bu durum, çağdaş romanın popüler isimlerinden olan Günday için de oldukça cesur ve yaratıcı bir girişim olarak büyük bir alkışı hak ediyor.

Peki çizgi, romanın neresinde?

Yukarıdaki iki örnek üzerinden ilerleyecek olursak, resmin romandaki, hatta genel anlamda tüm edebiyattaki rolünün hâlâ keşfe değer, sınırları belirsiz ve konvansiyonellikten oldukça uzak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çizgi romanın bile bir edebiyat unsuru olduğunun daha yeni yeni kabul edilmeye başlandığı günümüzde romanların, öykülerin veya şiirlerin bulunduğu mecralarda yer alan resimler veya vinyetler, genelde gözden kaçan, ama bir yandan da bulunduğu mecranın kapsamını genişleterek anlatımı zenginleştiren unsurlar olarak göze çarpıyor.
İlk bakışta fark edilmezken, okuyan zihnin ‘yan cebe atarak’ araçsallaştırdığı bu unsurlar, aynı zamanda edebi üretimin tekilliğinin kırılarak çok yönlüleşmesini sağlayan, kolektif bir kültür üretiminin öncüleri olarak önümüze çıkıyor. Gerek Erdem’in tek başına altından kalktığı edebi kombinasyonlarda, gerekse Günday ve Orhun’un sıra dışı işbirliğinde olduğu gibi, yazınsal üretime yönelik mecraların teknik açıdan sorgulanması ve sınırlarının zorlanması, hem yazarlar, hem de çizerler için oldukça iddialı ve meşakkatli, ancak bir o kadar da değerli bir sınava dönüşüyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.