Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Son düzlüğe doğru


Gayet iyi
Toplam oy: 1094
Semih – Veysel Ataman
Encore Yayınları
Semih ve Veysel Atayman'ın, 24 No'lu Ganyan Bayii'ne konuşlandırdıkları semtin çocuklarının iki cennet -Samatya ve yarış- arasındaki bol gürültülü yaşamı bana hiç yabancı değil. Tüyoyu kapan mı dersin, bülteni paçavraya çeviren mi... Mesih gibi görülen kupon ve can simidi tüyo; Altılının Son Ayağı bu iki temel üstünde yükseliyor.

Üçü tam göbeğinde olmak üzere, neredeyse sekiz yılı Samatya ve civarında geçirince, oranın raconunu da kapıyorsunuz tabii. Semtin abilerini, onların neye tilt olup neyle keyiflendiğini de öğreniveriyorsunuz. Sonra geriye hoş bir anı ve dostluklar kalıyor.

 

Pederden aşina olduğum altılı mevzuu, Samatya'da beni epey silkelemişti ama kuponu kupon üstüne koyup mahalleliyle bolca ahbaplık da kurmuştum. Ha bir de sosyal oynayıcılığın müptelası olmuştum ki sormayın; semtin abilerinin "Altılı, ganyan bayiinde oynanır" lafı ta o günlerden kulağımda küpe. Oynamak ne kelime, son ayağa kadar izlenir de...

 

Bu kadar kupon bağlayıp zil dolaşmak da o günlerin ironisiydi elbette. Ne zaman ki kendisini habire tek geçtiğim atla göz göze geldim, yarışlarla arama birkaç boy mesafe girdi. Bu işlere kafa yoracağımı hiç düşünmezken karşıma bir kitap çıktı: Altılının Son Ayağı. Hem de Samatya'da geçen bir roman. Aklıma eski günler geliverdi. 

 

"Koşucu, gelen parayla ne yapacağını bilir"

 

Semih ve Veysel Atayman'ın, 24 No'lu Ganyan Bayii'ne konuşlandırdıkları semtin çocuklarının iki cennet -Samatya ve yarış- arasındaki bol gürültülü yaşamı bana hiç yabancı değil. Tüyoyu kapan mı dersin, bülteni paçavraya çeviren mi... Mesih gibi görülen kupon ve can simidi tüyo; Altılının Son Ayağı bu iki temel üstünde yükseliyor.

 

24 No'lu Ganyan Bayii, ülkenin halinin tartışıldığı, elde kupon, kulakta tüyo ve etrafta erkete kuyrukta beklerken yüksek fikirlerin sağa sola itinayla saçıldığı bir tür mabet. Sinir katsayısı tavan yapan, oynadığı atlar gelse de gelmese de dünyayı yıkacak adamlar birbiri ardına dizilmiş durumda. 

 

 

Yarış sırasındaki bir iki boy öne geçme telaşı gibi, kupon kuyruğunda ya da tüyo avcılığında da aynı sıkıntı var. Ne de olsa son düzlüğe rahat girmek lazım! Bu yüzden semtin manavı, emeklisi, çoluğu çocuğu, bileni ve abisi homurdanıp duruyor.

 

Ganyan bayiine doluşup yarışı bekleyen ve izleyenleri resmeden yazarlarımız, bize dilden dile dolaşan, yazısız ama önemli bir gerçeği hatırlatıyor: "Toplumun derinine indikçe atasözleri, kıssadan hisseler, özdeyişler, bilgelik, ukalalık o oranda artar. (...) Bir sokak, halk felsefesi vardır, birkaç kitap dolar belki bunlardan ama koşucu, ukalalıkları sevmez; büyük felsefelerini de halk felsefesinden uyarlamaları da." Belki de bu yüzden koşucu, "koşudan gelebilecek parayla ne yapacağını bilmez, ne yapmayacağını bilir."

 

Belli ki koşu ya da ganyan bir hayat tarzı. Elbette onun dışında da bir yaşam sürüp gidiyor ama o başka. Koşuya "kumar" diyenlere inat müptelalarının ısrarla, "Hayır, o bir spor," demesi boşuna değil. Bir iknadan öte, işin felsefesini anlatma biçimi.

 

Ganyan bayii ve hipodrom, her sınıftan ve her meslekten insanı kucaklıyor. Altılıya "kumar" diyenlerin ötesinde "hastalık" nitelemesini yapanlar da az değil. Fakat koşunun, bayinin ve hipodromun, en kestirmeden söylenecek olursa ilginç buluşma ve tanışmalara ev sahipliği yaptığı da unutulmamalı. Kitaptaki koşu müptelası bir kahramanın dediği gibi, ganyancıların kendilerine has bir sosyal ilişki ağı var. Olayın "tuhaflığı" da burada; tanışılır, görüşülür ve bir topluluk oluşur, sonra onlar "hep aynı şeyi görmekten sıkılır ama o yüzleri görmezse deli gibi aranır." 

 

Hayat bir günlük altılı gibi

 

Kitapta, bayi ile hipodrom arasında gidip gelen abiler sahne alıyor: Osman, Manav Recep, Poldi, Ceyhun, Profesör Kevork, Zeynel, Ünal ve Minas... Bunlar en öne çıkanlar tabii. Fakat sayılan isimler bile yetiyor aslında. Yaşını başını almış, görmüş geçirmiş ama hep genç kalmış ve yarışın müdavimi olmuş tipler. Kısacası hayat, onlar için bir günün altılısı gibi; ayak ayak ilerleyen, kendince heyecan ve telaş dolu.

 

Adı geçen hengamede yarış pisti, hipodrom, ganyan bayii ve kupon bazen metafora da dönüşebiliyor ama hiçbiri "starting box" kadar yerine oturmuyor neredeyse. Ebeveyn-çocuk-starting box ilişkisi trajikomik bir hal alıyor: "Babalar anne değildir. Starttan çıkamayan çocuklarının suçunu, açılmayan starting box engellerine değil de çocuklarına yüklerler. Anneler, yarışa -o da box açılırsa- gerilerden başlayarak çocuklarının yanındadırlar ömür boyu. Babalar, borç defteri tutar; ailede artık herkes ona borçludur, borcunu ödemiyorsa susup onu izleyecektir."

 

Koşunun heyecanı içinde fark edilmez belki ama yatırılan her kupon, yatan her altılı, hipodromdaki muhabbetler ve bağırtılar, kitaptaki gibi önünde sonunda gelip yaşanan hayat ve yaşanabilecek hayat ikilemine demirler. Semih ve Veysel Atayman'ın bütün satırlarda bize hissettirdiği bu. Özellikle de son dönemece giren atlarla birlikte adı geçen ikilem zirveye çıkıyor. Altılının büyüsü orada; koşunun başlangıcı, ilerleyişi ve bitişi. Mesele fotofinişe kaldıysa ayrı. Fakat kupona yazılan atın diskalifiye olması ve bunu izleyen bocalama da var. Bu da yarışa dahil. Aynı hayatın kendisi gibi.

 

 


 

 

* Görsel: Mert Tugen

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.