Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sürgün edilmiş köpeklerden, çalınan kente...


Gayet iyi
Toplam oy: 2035
Leyla Erbil
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

“Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduklarına inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu her insanda gördüğüm zavalılıkla, delilikle ilgilidir.” Bu sözler, hiç kuşkusuz düşünsel, felsefi temelden ve içinde yaşadığımız dünyadan bağımsız ele alındığında, tepkiyi içinde barındıran itirazi soruları da beraberinde getiriyor. Zihin Kuşları, tam da söz konusu sorunsallar etrafında dönerken, insan doğasına karşıt konumlanmış  bir dünyayı saptıyor. Zira söz konusu dünyanın, “düzeniyle uzlaşamayanlar, uyum sağlayamayan insanlar(ını ise) cezaevlerinde değillerse hastanelerde, kliniklerde” aramak gerekiyor. Leyla Erbil, Zihin Kuşları’nda, okuyucunun belleğine çokça çentik atıyor. Şöyle bir geçmişe gider gibi yapıyor ama aslında dün olduğu gibi bugün de en temel, her dönem için en geçerli olacak sorunsallar ve durumlar üzerinde ısrarla duruyor. Sahicilik ve sahtecilik gibi ayrı duran, yerleri asla karıştırılamayacak zeminler üzerinde son derece net mesajlar taşıyor Zihin Kuşları. Böylelikle bir başka Erbil’le karşılaşıyoruz kitapta, daha doğrusu bildiğimiz, romanlarından tanıdığımız Erbil’den daha fazla olanıyla. Yani, sadece yazarla değil, kişilik özelliklerinin temel noktalarını kestirebildiğimiz bir bireyin, kitaplarında söylediklerinden yola çıkarak, yaşamıyla ilgili söylediklerini de duyuyoruz. Gerçek ve sahici olana yönelik hassas bir dengede duruyor Erbil, durduğu yerde de ısrarla kalarak, var ‘mış’ gibi yapanlarla arasındaki ayrımı belirliyor. Söz konusu ayrımda ise, öğrenilmesi gereken son derece basit, bir anlamda olmazsa olmazlar asılı duruyor.

Bir sanatçı ve yazarın sorumluluğu çerçevesinde dönen Erbil’in yazılarını, gerçekliği en keskin hatlarıyla belirleyen, egemen sistem(ler)in, kültürel araçlarıyla biçimlendirdiği yaşamları dikkate alan bir sorumluluk olarak nitelendirebiliriz. Bu bakış, iki tür sanatçı ve edebiyatçı çıkarıyor karşımıza. Daha doğrusu Zihin Kuşları’nı okuduktan sonra ister istemez oluşuyor bu ayrım. Daha sadeleştirerek söylersek; söz konusu ayrım, gerçeğin ne olduğunu düşünce ve davranış kodlarıyla besliyor.

‘Yeni doğduk sanki bu kente...’

Kültür piyasasını çoktan eline geçirmiş egemen sistemin araçlarına karşı uzlaşmaz bir duruşu var Erbil’in. Bir kişisel tercih gibi görünen bu durum, aslında bir yazarın gerçek dinamiklerine sahip çıkma akıllılığı ve bilme gücünden kaynaklanıyor. Buradan baktığımızda ise, hangi sistemde olursa olsun, yaratma eyleminin, yaratıcısının özgürlük duygusuna olduğu gibi düşüncesi ve tavrına da sıkı sıkıya bağlı olma zorunluluğuyla karşılaşıyoruz ki, bu da tıpkı doğal seleksiyon gibi ‘mış’ gibi olanlarla, gerçekten olanların sınırlarını çiziyor. Aynı sınırlar, yazarın toplumla, gelişen olaylarla ilişkisinde de birebir rol oynuyor;  “Ben yaştakilere mi oluyor böyle şeyler? Sadece bilgi çağı sorunu da değil bu, kendi kendini yok etmenin, kentin, ülkenin, tarihin çalınışıyla da ilgili; yoksullukla, İslam genetiğiyle de ilintili değil mi? Yağmayı seviyorlar! Duayı, Kuran’ı yağmalamayı, kapmayı, senin benim kavgasına çevirmeyi biliyorlar. Ezberi, hıfzı hala seviyorlar. İslam ‘geni’ olmalı. Tartışmayı ve kendileriyle yüzleşmeyi derddediyorlar: Kendi mezarlıklarımızı, türbelerimizi çöplüğe döndürüp cami süslemelerini, çinilerini halı ve lambalarını yağmaladıkları gibi arkadaşlarımızı topluca yaktıkları, insanlarımızı kayıp ettikleri, işkencede yok ettikleri gibi son günlerimizde anacak, hatırlayacak, sevecek şeyleri tek tek ayıklayıp sildikleri, bu ülkeyi ışığı süreklileştirecek, çocuklarımızda da sürecek geçmişimizi yuttukları gibi... Yeni doğduk sanki bu kente. İzsiz. Yaban.

‘Geçmiş miydik daha önce biz buradan hiç!?’ Tam bir reminiscence. Sürecekler Sivriada’ya ellerinde olsa geri kalanlarımızı; II. Mahmut gibi, ilk köpek sürgününü gerçekleştiren padişah efendimiz. Allah’ın yarattığı köpekleri zehirli gazla boğup kurtulmaya kalkan kafa şimdi de (1998) kendi insanından nasıl kurtulacağını bilemiyor.”

Medya; savaşları, kanı, dini kullanır...

Vinteuil’ün Sonat Andantesi, Annales 1996, Jorge Luis Borges’in Kibri, Sait Faik’te Göz, “Yoldaş Ethem”, Medya-Media, “Özgün bir Türk Edebiyatı Var mı?” Üzerine Düşünceler, Özgürlük Atlası, Madrigaller, Müslüman Bir Ülkede Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü (!), Nazım Hikmet’i Yeniden Türk Vatandaşlığına Kabul (!) Etmeye Bu İktidarın Hakkı Var mıdır?, Bir Roman Okurken (Çocukluğun Soğuk Geceleri), Benim Gözümle Tezer Özlü (1942-1986), Hümanizm Yeniden Ele Alınırken, Söyleşi başlıklı bölümlerden oluşan Zihin Kuşları’nın her bir bölümü, sonuçta bir bütünlüğü tamamlayan parçalar olmakla kalmıyor, söz konusu bütünlük, yazarının anlayışını, hayattaki yerini, edebiyatçı kimliğiyle iç içe geçiriyor. Böylelikle yukarıda dile getirilen ‘gerçeklik’ duygu, düşünce ve eylemi ‘cuk’ yerine oturuyor. Peki, sanal gerçeklik, bu yaranın içinde kanamayanları ne şekilde öne çıkarıyor? Sanal olandan Orhan Pamuk ve benzeri yazarlara nasıl bir yol uzanır? Ya da “haksız olarak popüler edilenler”den, “medyayı hak edenler”e nasıl varılır? “Ama medya kullanarak yaşamak zorundadır! En çok da medyatik olanı. Çünkü insanların zaaflarını emerek rating alır medya, savaşları, kanı, dini, ahlakı, acıma duygusunu kullanır. Onu beslemek zordur: Kanla da beslenecektir, kültürle de! Zira tröstleşmiş büyük sermayenin şu iletişim çağında, ‘temiz imaj’a da gereksinimi vardır! Bu nedenle de kendisine para getirmeyen etkinlikler ‘imaj aklamak’ için birebirdir. Öyleyse sanat alanında artık el değiştiren edebiyat ödülleri iyi bir örnek bu duruma; kendini ilan eden, aslında kökü, geçmişi kültürle hiçbir bağlantısı olmayan sermayenin satın aldığı ‘prestij’dir bu!.. Hele bu ‘temiz imaj’ın altında eskiden ‘kadın oynatma’ geleneğinin yerini, şimdi doğum gününde ödül dağıtmak, altın postu elde etmek, kendi çocuklarını öldürüp yıldönümlerini kutlamak alıyorsa!...”

‘Dil sonsuz bir alandır’


Bir yazarın, Türk edebiyatında ve yaşamda kadın olma durumu -sorunsallaşmış- karşısında bir kadın yazar olarak yaşadıklarına ne demeli peki? Zira Erbil, Türkiye ve Doğu gerçeğiyle tekrar yüzleştirirken okuyucusunu, cinsellik ve tabular alanında bir hayli kalem oynatmış bir yazar olarak, elbette ki, egemen sistemlerin söz konusu kölelik ve ikincillik durumlarını pekiştirici güçlü rollerini es geçmeyecek denli ideolojik ve siyasal durumların belirleyiciliğini yakalayan birisi olarak da ayrıcalıklı bir yerde duruyor.

Kendisini de dahil ederek, insanların, “sakatlanmış, yaralanmış” olduğu noktasında ısrar ediyor Erbil. Bu yüzden onları “bilinen cümlelerle” anlatmıyor. Tüm bunlara bağlı olarak; virgüllü ünlem, virgüllü soru, üç virgüllü soru işaret ve imlerinin derinlerinde, onun karakterlerine giden psikanalitik yollar uzanıyor: “Dil sonsuz bir alandır, üzerinde kesinlemeler yapılamaz. Uzun ya da kısa cümlelerle yazmak başka nedenlerin yanı sıra yazarın kendi doğasıyla, genleriyle de ilgili bir durumdur. Bir manik depresifin rahatlıkla uzun ve soluksuz cümleler çaracağını biliyoruz ya da bir megalomanın tekrarlar ve dönmelerle, karmaşık obsesyonlara imza atabileceğini. Ben yazarı da, bütün insanları da hasta kabul ettiğimden bu düşüncemi öne sürüyorum.”

Bir tez öne sürüp, önemli bir saptama yapıyor aslında Erbil. Her iki durumda da insanları neyin sakatladığı sorusunun ardından, analitik anlatımlar peşinden geliyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.