Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

TARİH İLERİ GİTMİYOR; İLERİ GERİ SIÇRIYOR


Şahane
Toplam oy: 1360
Rafet Arslan
Altıkırkbeş Yayınları

Sadece ileri doğru gitseydi; bazı şirketlerin sponsorluğunda gelişen “güncel sanat” yapıtlarıyla oyalanmakla yetinir, mesela 20. yüzyılın başlarında Picasso'yla Braque'ın adjunction (eklenti) nesnelerle ürettikleri kolajlarla hiç ilgilenmezdik. Ya da, eski fotoğraf albümlerini, şiirleri, karakalem illüstrasyonları kendi yapıtlarıyla birleştirip kolaj romanlara dönüştüren Max Ernst, aklımızın ucuna bile gelmezdi. Kolaj üretimini doruğa taşıyan Yeni Bauhaus, Cobra ve Letristleri çoktan unutmuş olurduk.

Aslında unuttuk galiba. 1968 sürecinde yaşanan görkemli yenilginin ardından avant-garde öldü, yükselen pop sanat kendi kültür endüstrisini yarattı. Ya da oluşan kültür endüstrisi kendine bir pop sanat yarattı, bilemiyorum artık!

Ama bildiğim tek şey var ki, tarihin sadece ileri gitmediğini, ileri geri sıçradığını kanıtlamak istercesine, öncü eylemci/yazarlar çıkıyor zaman zaman ortalığa. Uzun süredir sitüasyonist eylemlerle sürekli karşımıza çıkan, yazan, çizen, üreten Rafet Arslan, kendinin de içinde bulunduğu ya da başı çektiği manifesto(salt metin)ları ve kaleme aldığı erekte şiirleri bir kitapta topladı.

Manifestolarla, metinlerle, illüstrasyonlar ve sokak yapıtları-kolajlarla şiirlerin ne tür bir kan bağıyla bir araya gelip de aynı kitabın bünyesine yerleşebildiği gibi muhtemel bir sorunun önünü kesmek için, her türlü yaratımın doruğunda şiir olduğunu vurgulayan Isidore Isou'ya bırakıyorum sözü: “Yaratma süreci insanın en yüksek noktasıdır ve bu noktanın doruğunda sanat vardır ki sanatın en alası şüphesiz ki şiirdir.”

Kitap, Sokağın Sanatı İçin Manifesto'yla ve Erekte Şiir Manifestolarıyla başlıyor. Gerçekliğin karşısında olan, anti-oligarşik, bağımsız, liberter bir anlayışı savunan erekte şiirin ne olduğunu anlamak için “sokak”ı iyi bilmek gerekiyor. Daha doğrusu, önemli olanın sokakta yaşamak değil, sokakla yaşamak olduğunun farkına varmak gerekiyor.

Konu sokaktan açılmışken, bir savaş alanı olarak da ele alabileceğimiz şehirleri Porno-Politik Manifesto çerçevesinde tekrar gözden geçirmemiz gerekebilir. Elbette Paris Komünü'nün (sonradan göz göre göre kaybettiğimiz) kazanımlarını da unutmadan ve “Şehircilik diye bir şey yoktur, o sadece Marx'ın kullandığı anlamda bir ideolojidir” diyen Debord'un sözlerini de kulağımıza küpe yaparak!

Bu kaotik kitap, sözü fazla evirip çevirmeden mutant sanat için çağrı yapıyor bize. Şiirin metafiziğine girebilmemiz için gereken kapıları aralıyor, gerçeğin pornografisini gözler önüne seriyor, toplum düşmanı olmanın yolunu yöntemini gösteriyor, Portishead'le başlayan yeni devrimci marşlar öneriyor. Bütün bunları yaparken de, kendini anlamayı da anlatmayı da reddeden, bu dünyada cehennemi arayan Rimbaud'yla, toplumdan haz almasını ve aldığı hazzı sonuna kadar yaşamasını isteyen Sade'la, kendi metafizik sistemini yaratan William Blake'le, gerçeklikle tüm bağını bir tek Jenny Collon imgesi için terk eden Nerval'le, ancak ayyaşken insanlığa katlanabilen Poe'yla, tanrıya ve insana savaş açan Lautreamont'la, mutluluğu, beraber yaşayabileceği değil, beraber ölebileceği partnerinde arayan Von Kleist'le, uyuşturucuyla ölmeyi seçen Anna Kavan'la, hayatı acı, dışlanma ve kapatılmayla geçen Artaud'la kesişiyor yolu.

Kısacası Çağdaş Sanat Manifestoları, büyük bir sorunun ortasında olduğumuzu yüzümüze vurmak için derlenip toparlanmış, birçok kişinin emeğini aynı süzgeçten geçirmiş bir kitap. Peri masallarının toplum içinde yayılıp rasyonelleşmesine dair bir amaç yoksa, sonsuz bir lunapark yaşamına inanılmıyorsa, hiçbirimiz sanrı vericilerden daha kuvvetli değilsek, masal evlerinde gerçek yaşamlar sürdürülmüyorsa, sonsuz oyun henüz başlamamışsa, mikro topluma henüz ulaşamamışsak, bugünümüzden dolayı geleceğimizi yaşayamıyorsak ve hepsinden önemlisi, henüz harekete geçememişsek gerçekten de büyük bir sorunun ortasındayız demektir!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.