Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tehlikeli Oyunlar: Bir insanın bedenine kaç kişi sığar?


Gayet iyi
Toplam oy: 1279
Oğuz Atay
İletişim Yayınevi

Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanı kendinden sonraki kuşakları sarsmaya devam ediyor. Hem de bu sefer tiyatro sahnesinde. Seyyar Sahne bir süredir çeşitli edebiyat eserlerini yeni bir tiyatro anlayışı ile sahneliyor. Leyla Erbil, Tezer Özlü, Oğuz Atay… Her biri edebiyatımızın modern klasikleri sayılabilecek yazarlar…

 

 

Tehlikeli Oyunlar ismiyle müsemma bir kitaptır; işaret ettiği oyun kavramını her yönüyle ele alan, modernist edebiyatın tüm kazanımlarını sonuna kadar kullanan bir romandır. Oyunlar çok yönlü bir şekilde insanı kuşatır, hem gündelik hayatı hem de tarihi kurar. Birey küçük ve yüzeysel oyunlar aracılığıyla kendilerini konumlandırırlar; ulusal kimlik de benzer bir şekilde uyduruk tarihi anlatılarla kurulur. Çevresindeki bu yapay dünyanın farkına varmış olan ve varoluşsal bir bunalımın içine her geçen gün biraz daha batan Hikmet Benol’un bilinçakışıdır. Salt bir iç hesaplaşma metni olarak da okunabilir. Çünkü olay örgüsünün çok da bir önemi olduğu söylenemez. Çevresinden kopuşunu, kadınlarla, toplumsal hayatla sorunlarını bitimsiz bir iç hesaplaşma, çılgın bir monolog olarak yansıtır Hikmet Benol.

 

Evinden ayrılmış, fakir bir semtte, eski bir eve taşınmıştır. Kendisinin deyimiyle bir gecekondudur bu. Gerçekten orada mıdır tartışılır. Belki de burjuva evinde, salon-salamanje düşünceler içinde geçen gecelerin birinde yaşadığı bir bunalımdır sadece, bunun çok da bir önemi yoktur. Tıpkı, askerdeki oğluna mektup yazdırmak için gelen Nurhayat Hanım’ın, askerdeki oğlunun, birlikte tarihi oyunlar yazmaya çalıştığı Hüsamettin Albay’ın ya da ödev yaptırmaya gelen çocuğun gerçekliğinin önemli olmayışı gibi. Atay romanındaki karakterler o güne dek edebiyatımızda pek de alışık olmadığımız şekilde ortaya çıkarlar.

 

 

Klasik romanlardaki gerçekçilik iddiası Atay’ın romanlarında yoktur. Orhan Pamuk’un tespit ettiği gibi tüm romanlarında ve öykülerinde Oğuz Atay’ın sesini duyarız sadece. Karakterler yazarın bilinçakışından sıyrılıp ete kemiğe bürünemezler bir türlü çünkü bu bilinçakışı karakterlerin hikayelerinin derinleşmesine hizmet etmez tam tersine git gide entelektüel bir akıl yürütme ve hesaplaşmaya dönüşür. Oysa romanın doğuşundan beri karakter yaratmaya aşırı bir önem verilmekte, edebiyat metninin gücü yaratılan karakterlerin canlılığıyla ölçülmektedir. Saf ve Düşünceli Romancı’da Orhan Pamuk bu görüşün sınırlarına dikkatimizi çeker: Karakterin bunca önemsenmesinin nedeninin roman sanatının doğduğu yüzyıllarda burjuvazinin ve bireyciliğin yükselişi ile bağlantılı olduğunu dolayısıyla romana ilişkin bir öznitelik olmak zorunda olmadığını vurgular.
 
Tehlikeli Oyunlar ve Tutunamayanlar yetmişlerin ilk yarısında yayımlandığında Türk entelijensiyası tarafından çok da hoş karşılanmamıştı. Hatta oldukça tepki de çekmişti. Atay’ın salt akıl oyunlarına dayanan, insansız bir edebiyat yaptığını söylemişti kimi eleştirmenler. Bu da o güne kadar edebiyatımızda baskın olan iki ana eğilimden (sosyolojik analize yatkın Fransız romanı ya da psikolojik tahlillerle derinleştirilen karakterlere dayanan Rus romanı) kopuşu temsil ettiği içindi bana kalırsa. Oğuz Atay ince bir zeka ve yıkıcı bir mizaha dayalı İngiliz Edebiyatı’nın etkilerine açtığı edebiyatında farklı edebi türleri ve siyasal söylemleri bıçak altına yatırmaktaydı. Acı bir alayla kaleme aldığı eserlerinde Atay sadece ikiyüzlülükleriyle, zayıflıklarıyla, korkularıyla yüzleşmeye zorlamıyordu okurunu aynı zamanda edebiyatla, dille, tarihle, akılla da hesaplaşmaya davet ediyordu. Tam bir söylem kırıcıydı. Metinlerinde her yeni paragraf hatta her yeni cümle bir öncekini yıkma potansiyeli taşıyordu. Güvenli bir yolculuk değildi Atay okumak. Her an yanlış anlamak mümkündü; çünkü o ele avuca sığmayan ironi tüm söylemlerin altını oymaktaydı. Bu yüzden de, büyük kuramların dünyayı bilimsel bir kesinlikle açıkladığı iddiasını henüz yitirmediği yıllarda Oğuz Atay küstahlıkla, had bilmezlikle, insanı anlamamakla suçlandı. Oysa Oğuz Atay has edebiyatın hakiki örneklerini verdi; yapıtlarını modernist arayışının seyir defteri olarak bugün tekrar tekrar okumamız gerektiğini düşünüyorum. 

 

 

Oğuz Atay’ın karmaşık ve çok sesli şizofrenik anlatısını inanılmaz bir sahne performansına dönüştürmekte çok başarılı Seyyar Sahne ekibi. Sahnede inanılmaz bir başarı gösteren Erdem Şenocak’ın oyunu ise insana şu soruyu sordurtuyor: Bir insanın bedenine kaç kişi sığar?

 

Seyyar Sahne kendini şöyle ifade ediyor:

 


“Her büyük romanda en az bir tane tek kişilik oyunun saklı olduğunu söyleyebiliriz. Hatta ‘tek kişilik oyun’ mefhumunun roman sanatının sahne sanatına çevrilmesinden doğduğunu bile iddia etmek mümkün. Sahnede var olmaya çalışan tek başına bir oyuncu fikri, modern romanla tanışmamış bir çağın izleyicisinin algısını aşardı muhtemelen; “acı çeken kahraman”ı temsil eden oyuncunun, arkasında ya da yanında-yöresinde bir koro arardı. Özetle, tek kişilik oyun, tiyatronun romanla hemhâl olduğu yerdir diyebiliriz. Roman sanatı bireyselliğe, tiyatro ise kamusallığa denk geldiğinden bu buluşma, bireyin bütün mahremiyetiyle kamunun ışığına çıkışını temsil eder. Seyyar Sahne uzunca bir süredir, hareket, ses ve nefesin objektif çözümlemeleri ve bu analizler yoluyla icrasını temel alan oyunculuk çalışmaları yürütmekte ve oyuncunun tek kişilik performansının imkanlarını ve sınırlarını araştırmaktadır. Tehlikeli Oyunlar Seyyar Sahne’nin bu arayışlarının bir ürünü olarak düşünülebilir.”

Tehlikeli Oyunlar‘ı izlerken bir romanın bir insanın bedeninde nasıl canlanabildiğini sordum kendime. Okurken yaptığımız şeydir romanın içine girmek. Zihnimizin kapılarını açıp bir başkasının anlatısını içimize almak. Ama bu sefer roman sahnede bir başkasının bedeninin içindeydi ve ben kendi bakış açımdan izliyordum bu başka okumayı.

Bence bir sanat yapıtının büyüklüğünün tek ölçüsü vardır: Başka yapıtlar doğurma gücü! Bu da elbette onu okuyacak, ondan yola çıkıp yeni deneylere girişecek gözüpek takipçilere bağlıdır. Seyyar Sahne işte o cesur maceracılardan oluşuyor belli ki.

 

 

Bir başka projelerini de buraya not etmekte yarar var. Şirince’de kurmaya başladıkları Tiyatro Medresesi. Umarım kısa sürede tamamlanır ve biz de o mekanda yeni maceralara yelken açarız.


Seyyar Sahne Tiyatro Medresesi Projesi: http://seyyarsahne.com/


Seyyar Sahne Oyunları: http://seyyarsahne.com/index2.php

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.