Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Tırnak içinde: "Romanolmayan"


Şahane
Toplam oy: 1091
Frederic Tuten /// Çeviren: Gökhan Aksay
Jaguar Kitap
Uzun Yürüyüş'te Mao’nun Maceraları, yayıncılar tarafından geri çevrilince Tuten’in yardımına arkadaşı Roy Lichtenstein ile komşusu Susan Sontag koşuyor. Üstüne bir de John Updike beğenince artık kimse bu kitabın dışlanmasını bekleyemez.

Sevdiğim bir fıkradır: Bir sergide, kavramsal ve soyut sanat eserlerini inceleyen bir entelektüel, yanındaki diğer entelektüele, “Nelere bak nelere!” der. Diğeri cevap verir: “Böyle olur bunlar.” Kabul edelim, bu gülünç içreklikten, edebiyat ve sanat eleştirisine ucundan kıyısından bulaşan en masumumuz bile sorumlu. Ancak, içrekliğin gücü yabana atılmamalı. 

 

Andy Warhol ünlü Mao Zedong portresini yapmadan ve Mao, sureti vasıtasıyla Amerikanize edilip bir pop art ikonuna dönüşmeden iki yıl önce, yıllardan 1970. Akademisyen Frederic Tuten, Mao’yu, yazdığı metinlerarası bir maceranın başkahramanı olarak seçiyor. Fakat Uzun Yürüyüş’te Mao’nun Maceraları, yayıncılar tarafından geri çevriliyor. Bu bir roman değil diyorlar, “romanolmayan” bir şeyi neden yayımlasınlar? Tuten’in yardımına arkadaşı Roy koşuyor. Roy dediğim, Roy Lichtenstein. Mao’nun maceralarını okuduktan sonra, kitap için bir kapak resmi yapmayı kabul ediyor. Böylece, Lichtenstein elinden çıkma bir Mao litografisiyle özel bir baskı yapmayı kabul eden bir yayıncı çıkıyor sonunda. Frederic Tuten’in, arada birlikte dans etmeye gittiği bir komşusu var. Adı Susan Sontag, belki tanırsınız. Mao’nun “romanolmayan” maceralarını “buz gibi bir gazoz, bir soğuk kompres, ağaç altı bir gölgelik” olarak tanımladığı sözleri kitabın kapağında yerini alıyor. Lichtenstein’ın kırmızı zeminde gülen Mao portresi ve Sontag’ın övgüsü sayesinde, Tuten, tanımlanamayan kitabını yayımlatmak için ihtiyacı olan “Böyle olur bunlar!” vizesini alıyor. Şüphesiz, The New Yorker’da John Updike tarafından beğenildikten sonra kimsenin bu “romanolmayanı” dışlaması beklenemez ve bundan böyle, Updike’ın kelimeleriyle “tırnaksız harflerle hiciv” olarak anılması gerekir. 

 

Frederic Tuten, kendi “romanolmayanını” iki şekilde tanımlıyor: T.S Eliot’ın Çorak Ülke’si gibi parçaların ve alıntıların mozaiğinden oluşan kişisel olmayan bir kurmaca ve Godard’ın kameraya bakıp felsefi konuşmalarıyla hikayeyi bölen karakterlerinin anti-sineması. Sanırım artık sizin de kitabın nasıl bir şey olduğu hakkında epey bir fikriniz oluştu.

 

Apolitik bir kolaj

 

 

Uzun Yürüyüş’te Mao’nun Maceraları yazıldığında 68 hareketinin politize atmosferi hâlâ yoğun olsa gerek. Devrim hem fikir olarak hem de bir aidiyet olarak gençleri meşgul etmekte, Çin hiç olmadığı kadar yakın gelmektedir. Tarihin böyle bir anında ideolojiyi pop art ile ifade etmek, devrimin apolitikleşmesi, zararsız hale getirilmesidir. Belki de Uzun Yürüyüş’te Mao’nun Maceraları’nın ironisi burada. Heykellere ve tablolara konu olmuş Mao imgesinin yapısökümünü gerçekleştir, hatta paramparça et. Sonra o parçaları neredeyse bir heykel ya da karışık medya bir tablo yapar gibi kes yapıştır, yoğur yont, birbirine kaynak yap. Frederic Tuten’in deneysel üslubu, tarihi gerçeklerle kurmacayı, alıntıyla taklidi birleştiren bir kolaj. Bu kolajda Mao bazen tarihi bir figür, bazen çizgi film karakteri, bazen sürrealist bir tablonun içindeki kırmızı leke.

 

Uzun Yürüyüş’te Mao’nun Maceraları şu parçalardan oluşuyor: Mao Zedong yönetimindeki Kızıl Ordu’nun neredeyse on bin kilometre ve bir yıl süren geri çekilme harekatının tarih anlatıcılığı üslubuyla dökümü; Mao’nun özel yaşamından anekdotlar gibi kurgulanmış sahneler; Mao’nun sanat ve toplumsal konulardaki felsefi konuşmaları; Jack London’dan Demir Ökçe, Hawthorne’dan The Marble Faun, Engels’ten Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Oscar Wilde’dan De Profundis gibi kitaplardan ve daha nicelerinden doğrudan alıntılar; Hemingway, Kerouac, Steinbeck gibi yazarların üslubu taklit edilerek, sanki onlar yazmış gibi duran paragraflar; Mao ile yapılmış kurmaca bir röportaj. 

 

Zor ve okuru içine almayan bir kitap

 

Bu parçaları, kitap hakkında detaylı bir araştırma yapmadan, önsözleri okumadan, 145. sayfadaki kaynak kitapların listesini görmeden (Kitabın henüz başındayken nasıl görülebilir?) teşhis etmek neredeyse imkansız. Ayrıca hangi paragrafın doğrudan başka bir yazardan alıntı olduğunu, hangi paragrafın Hemingway’i taklit eden Frederic Tuten olduğunu ayırt etmek, çeviri ne kadar iyi olursa olsun, orijinal İngilizce metin okunmadıkça anlaşılabilecek bir şey değil. Sonuç, daha önce okuduğum hiçbir şeye benzemeyen bir okuma deneyimi oldu. Özellikle ilk 50 sayfa, beni sürekli kitabın dışına atmak istedi. Büyük Yürüyüş’ten haberler ile Çin’den, Demir Ökçe’den alıntılarla distopik bir Amerika’ya savruldum. Bir bakmışım The Marble Faun’daki karakterlerden mermer ve heykel ilişkisini öğreniyorum. Okumaya devam edince, Mao’nun Greta Garbo tarafından baştan çıkarıldığı lezzetli ve fantastik bir sahneyle ödüllendiriliyorum. Mao çadırında, Garbo kırmızı fok derisinden çizmeler ve kırmızı saten bir elbiseyle tanka binmiş geliyor. Mao’nun çalışma odasına bir göz atmak, kitaplığındaki kitapları öğrenmek, duvarındaki posterler ve fotoğrafları keşfetmek ve Başkan Mao ile yapılan söyleşiyi okumak için kitabın sonuna kadar sabretmeye değer. 

 

“Romanolmayanı,” yazarın kafasında nasıl kurgulandığı ve nasıl yazıldığından çok, nasıl okunduğuna odaklanarak değerlendirmek önemli. Okurken kendimi en az yazar kadar emek harcamış hissediyor olmam beni şaşırttı. Sonuçta Uzun Yürüyüş’te Mao’nun Maceraları’nın yaptığı, eş zamanlı olarak farklı bilgi kaynaklarından ve çoklu mecralardan uyaranları, bildirimleri ve içerikleri gözlerimin önünde akıtmaktan başka bir şey değildi. Algılarımın alanı ve süresi dolayısıyla böyle bir disipline alışkın olması gerekirken, roman okumaya şartlanmış beynim tümden bir bağlantısızlık sorunu yaşıyor. Okurluk ve içerik tüketiciliği karışmasın birbirine. Sakin, zamanın yavaş aktığı, gerçeğin tek kaynaktan beslendiği, sabırsızlığın ve sıkılmanın varolmadığı son kale olarak kalmalı belki roman. Mao bile, söyleşisinin sonunda, lafı Oscar Wilde’a bırakıyor ve De Profundis’ten bir alıntı yapıyor: “Bizimkisini faydacılık çağı diye adlandırıyoruz ve herhangi bir şeyi nerede kullanacağımızı bilmiyoruz. İlkel güçlerin insanı arındırdığına eminim; onların arasına dönüp onların mevcudiyetini hissederek yaşamak istiyorum.” Sevgili roman, sevgili ilkel şey.

 

 


 

 

* Görsel:  Ethem Onur Bilgiç

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.