Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Vonnegut ile zamanda yolculuk


Vasat
Toplam oy: 938
Kurt Vonnegut
April Yayıncılık

Hayatınızda hiç Kurt Vonnegut okumadıysanız, bu eleştiriyi de okumanıza gerek yok. Yazarın daha önce yayımlanmamış, toyluk dönemi öykülerinin derlendiği Ölümlüler Uyurken, Vonnegut edebiyatına giriş için iyi bir seçenek değil. Giriş için Mezbaha No:5 ya da Kedi Beşiği önerilir. Yasaklanmadan okuyun derim. Ama eğer Vonnegut’ı tanıyor ve seviyorsanız, o zaman sizi muhteşem bir zamanda yolculuk bekliyor.



Bilge adamın ahlâkçılığı



Kılavuzluğu Dave Eggers’ın önsözüne bırakmak en iyisi. Uzun zamandır okuduğum en iyi önsözlerden biri bu. Öyküleri okurken aklınızdan geçebilecek bütün önyargıları yanıtlıyor. Çağdaş edebiyatın, sistem eleştirisi yapan distopyalar yaratırken bile, üzerine sorumluluk almadığı, durum tespiti yapıp bırakmayı marifet saydığı bir ortamda, Vonnegut’ın ‘iyi ve doğru’ olanı ‘kötü ve yanlış’ olandan ayıran ahlâkçı sesini duyacağımızı haber veriyor Eggers. Okuyacaklarınız, “karakterlerin çoğunlukla, okurun her zaman bir ders almasını sağlayacak çözümlemelere sahip öyküler.”



Ahlâkçı sözü sizi korkutmasın. Kurt Vonnegut’ı tanımlamak için kullanılan sıfatlar insanın kelime dağarcığını geliştirir aslında: Hümanist, alaycı kötümser, kara mizahçı, umutlu distopyacı, hiciv ve üst kurmaca ustası, farklı bir bilimkurgucu, kuşkucu, agnostik, seküler. Evet bütün bu rolleri üstlenirken doğru yolu da işaret eden, her daim olduğundan daha yaşlı gösteren bu bilge adamın ahlâkçılığı ne rahatsız ediyor ne de demode geliyor.



Seçenek sunuyor karakterlerine Vonnegut. Yanlış seçimlerle mahvolmuş hayatlardan ders çıkmasını istiyor ama bir ahlâk bekçisi gibi değil, doğurduğu karakterler için her şeyin en iyisini isteyen endişeli bir ebeveyn gibi. İnsan doğasını anlıyor. Karakterler ‘iyi insan’ olma yolundan sapsa bile yargılamıyor. Hayat bu. Doğru yolu önerse de, yanlış yolu seçenlerin de hayatın parçası olduğunu ortaya koyuyor. Adı üstünde ölümlüyüz biz. Hata yapmak bize mahsus.



Ölümlüler, affedildiniz!



Vonnegut usta bize diyor ki, zaaflarınızla yüzleşin. Doğru yolu seçmediğinizde bile bunun farkında olun ve işinize geldiği için yanlış seçimler yaptığınızı kendinize itiraf edin ve gülün kendinize. Ben size gülüyorum çünkü. Dünyayı değiştirmeye insandan başlamaya romantik bir şekilde inansa da, insanın zaafları yüzünden pek de değişmeyeceğini bildiğinden devrimci ve kışkırtıcı bir tavrı yoktur. Vonnegut mizahını anlamanın kilit noktası da budur. Onun hümanistliği, biz ölümlülere karşı hissettiği sonsuz empatiden gelir. “Kusursuz olmayan insanların arasında kusursuz olmayan bir insan” olmamızı ister bizden.



Retro öyküler



Fare kapanı öyküler bunlar diyor Eggers. Karakterler, yazar tarafından kurulan bir labirentin içindedirler sanki. Başlarına gelen olaylar ve yapmaları gereken seçimlerin hepsi sonuçtaki anafikre taşır okuru. Modern öykü ile kıyaslandığında retro bir stil bu. Final sahnesine çok yakın bir andan başlatmış bu öyküleri Vonnegut. Sonun ivedi ve kaçınılmaz olduğunu hissetiriyor hemen. Kısa bir karakter tanımlamasından sonra olay başlar ve karakterler bir seçim yapmak zorunda bırakılır. Her cümle gereklidir. Ya olayların gelişimini anlatmaya yarar ya da bir karakteri tanımlar. Şaşırtmak için değil, sona neden ve nasıl gelindiği ile ilgilidir. Karar anının önemi, vermek istediği mesajı iletir. Öykülerdeki atmosfer Mad Men dizisindeki gibi. Bugünün gözüyle retro.  Daktilo kızlar, diktafonlar, mektuplar, gümüş renkli karavanlar ve Cadillaclar var.



Kurt Vonnegut, bu öyküleri 1950’lerin ortalarında otuzlu yaşlarında, çalıştığı General Electric’ten istifa edip hayatını yazı yazarak kazanmaya karar verdikten sonra yazmış. Yazım dili konusunda dikkat çeken bir şey yok henüz. O alıştığımız lezzetli kara mizah tam oluşmamış. Bu öykü demetinin en büyük problemi bu görünse de, bambaşka bir dürüstlük ve naiflik var aslında anlatımda. Sonraları ustalaştıkça, bir deus ex machina uzmanı olacak, üslubu doğaçlamaya yaklaşacak, bazı eleştirmenler tarafından caz müziğine benzetilecektir. Keşke benim aklıma gelseydi dediğim bir benzetme bu.



Kaybeden George’lar



Erkek öyküleri çoğunlukta. Hayatını işine adamış, büyük şirketlerde orta düzey yönetici hiçkimseler olan George’lar var. Karısını terk etmiş, kendi icat ettiği, karısına ikizi kadar benzeyen bir robotla ülkeyi dolaşan bir buzdolabı satıcısı. Ailelerine hayat sigortası parası bırakmak için intihar eden erkeklerin bir salgın gibi artması yüzünden iflas etmek üzere olan sigortacı. Defalarca istifa edip işine kös kös geri dönen gazeteci.



Çocukluktan çıkıp adam olmayı başaramamış Peter Pan sendromlular da var. Oyuncak trenleriyle kurduğu dünya yüzünden bir türlü karısına kocalık yapmayı beceremeyen inşaatçı. Hizmetçiyle tango yaparak erkek olmaya çalışan, babasının sözünden çıkamayan zengin çocuğu. Annesinin gözünde ebedi çocukluğa hapsedilen ve dul karısına hatırasıyla bile gerçek koca olamayan ölü asker.



Bazı erkekler ise hayallerini mümkün olduğunca erteleyerek gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyorlar. Yalan mektuplarla kadınları kandıran cüce mezar bekçisi. Borç parayla kendine donut imparatorluğu kuran ve bu bahaneyle sahne hayallerini erteleyen yeteneksiz şarkıcı. Kapitalizm çarkına takılmış kaybedenler bu anakuzusu Georgelar. “Yaşamları, annelerinin verdiği sözlerle, o sözleri gerçekleştireceği an arasındaki bir antrakt olarak kalsa, daha iyi olacak.”



Son öykü Şarlatanlar, gelecekte Vonnegut’ın nasıl bir yazar olacağına dair ipuçları barındırıyor. İki ressam var bu öyküde. Biri gerçeğe çok benzeyen standart manzara resimleri yaparak çok para kazanıyor. Diğeri soyut resimler yaparak eleştirmenlerden övgüler alıyor ama para kazanamıyor. İddiaya giriyorlar. Soyut ressam manzara resmi, manzara ressamı soyut resim yapmak zorunda. Picasso ve Degas arasındaki rekabete benzer bir öykü bu. Sanat söz konusu olduğunda gerçeğin kusursuz bir kopyası mı değerli; yoksa gerçekten uzaklaşarak, sanatçının gözünden kusurlarıyla yorumlanması mı? Biliyoruz ki Vonnegut, yazıda şekil, üst kurmaca ve zamanda zıplama ile deneyler yapacak; gerçeği kendi benzersiz gözünden bükerek görmeyi ve yeniden yorumlayarak hicvetmeyi başaracaktır.



Kuşe kağıt öyküleri



Bu öyküler yayımlanmasaydı, Kurt Vonnegut edebiyatı eksik mi kalırdı? Hayır. Başyapıtlara oranla daha değersiz eserlerin okurla paylaşılması yazara zarar veriyor diye bir sav bile var. Bence bu öyküler, kaybolmuş bir türü hatırlattığı için önemli. ‘Slicks’ denilen kuşe kağıtlı dergi öyküleri bunlar. Çok fazla edebi olması istenmeyen kolay okunsun diye yazılmış öyküler. Geçen yüzyıl ortasında, pek çok yazarın rüştünü ıspatladığı bir mecra bu. Vonnegut’ın manzara resimleri.



Sevenleri için, yazarın kendi elinden çıkma illüstrasyonlarla süslü bu kitap çok değerli. Fanatikler, yazarın alışveriş listeleri yayımlansa, onları da alır okurum diye şakalaşırlar bile.  Bu yazının kıssadan hissesine gelecek olursak; insanın kendini Vonnegut’ın tuttuğu aynada görmesi ve kendisiyle yüzleşmesi iyi gelir. Ne olursa olsun, Vonnegut ölümlü başlarımızı okşayacak ve doğru yolu gösterecektir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.