Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ya içindesindir kışlanın ya dışında...


İyi
Toplam oy: 1632
Paolo Giordano
Doğan Kitap
Paolo Giordano, insanlık sürdükçe güncelliğini yitirmeyecek bir konuyla karşımızda: Savaş.

Aile nedir? Bir savaş neden çıkar? İnsan neden asker olur? Paolo Giordano'nun Daha Yolun Başındasın romanının Egitto adlı karakterinin zihninde bu sorular dolanıyor. Yanıt bulamadığı bu soruları zihninden silmek için her gün bir antidepresan hapı yutuyor Egitto, çünkü o, genç yaşta orduya girerek Afganistan'ın Gülistan bölgesine gönderilen bir asker. Zihnindeki sorulara yanıt bulmak şöyle dursun, Gülistan'da gül bile yok. Onun yerine uçsuz bucaksız çöller, koyun sürüleri, ayak kokusu sinmiş halılarla ve örümceklerle kaplı kamp çadırları, her an kana bulanabilecek tozlu bir dünya var. Torino'dan, Sardunya'dan, İtalya'nın dört bir köşesinden gelip kendini bu dünyada bulan arkadaşlarının durumu da ondan farksız değil. Kimi bebeğini ve karısını, kimi bu yaşına kadar göğsüne gömülüp uyuduğu annesini, kimi nişanlısını bırakıp gelmiş. Geride bıraktıkları hayatları da bir “gülistan” değil belki ama içine düştükleri bu toza ve kana bulanmış dünya, bile isteye uçuruma atlamaktan farksız. Uçuruma öylece düşüverseler şanslı sayacaklar kendilerini ama bu da o kadar basit değil; nitekim, bir operasyona başlamadan önce ettikleri dua ölmemek için değil, acı çekerek ölmemek, hayat boyu sakat kalmamak için.

 

Otuz dile çevrilen ilk romanı Asal Sayıların Yalnızlığı'nın ardından genç İtalyan yazar Paolo Giordano, insanlık sürdükçe güncelliğini yitirmeyecek bir konuyla karşımızda; savaş. Bir Stanley Kubrick klasiği olan Full Metal Jacket'ın yeni çiçek açmış delikanlılarının, ana rahminden dünyaya yeni doğmuşçasına bir afallamayla kendilerini orduda ve savaş ortamında bulduklarında içine düştükleri haletiruhiyeye benzer bir mesele karşımıza çıkan. Bilinçli bir tercihle orduya yazılan bu gençlerin içine düştüğü ikilemlerin ve travmaların çeşidi ve boyutu hayli kuvvetli. Ana kucağından, baba ocağından çıkıp özgürleşmek, kabul gören bir sosyal kimlik edinmek orduyu tercih etmenin başlıca motivasyon kaynaklarından. Belki de özgürleşme güdüsüyle hareket edilirken başka bir “korunaklı” limana sığınma söz konusu. Ardından gelen ise, bu korunaklı limanın gerçekte ne kadar “korunaklı” olduğuyla yüzleşme.

 

Biz bir grup “marjinal,” istediğimiz kadar antimilitarist olalım, askerliğin evrensel boyutta ve erkeklerin bir kısmı için -hayatlarının en azından bir noktasında- gurur verici, maskülen doğalarını pekiştirici olduğunu kabul etmek durumundayız. Özellikle de bu tercihi yaptıklarında oldukça genç bir yaşta olduklarını düşünürsek. Birçoğu hâlâ annelerinin içlik giydirdiği, odalarına kapanıp Warcraft oynayan, cinselliği henüz doğru dürüst yaşamamış, okuldan çıkıp gerçek hayatta ne yapacaklarını bilmeyen genç erkeklerden bahsediyoruz.

 

Ari Folman'ın İsrail'in 1982'de Lübnan'a yaptığı saldırıyı konu edinen 2008 yapımı Beşir’le Vals filminde askere gitmeden önce sevgilisi tarafından terk edilen bir genç, savaşta öldüğü ve sevgilisinin vicdan azabı çektiği fantezisini kuruyordu. Böylesi ergence bir romantizm de söz konusu olabiliyor genç erkeklerin askerlere gidişinde. İçlerinde henüz bakir olan ve arkadaşlarının alaylarına maruz kalanlarının da olduğu bu romandaki erkekler de, gidecekleri savaş ortamında her daim sevişmeye hazır Amerikalı "Jennifer"lar bulacaklarını zannediyor, bunun hayalini kuruyorlar. Bilgisayarlarında oynadıkları savaş oyunlarını savaş kamplarında da oynamayı sürdürüyorlar ve ileride yaşayacakları sıcak çatışmaların bu oyunlardan pek de farksız olmadığını sanıyorlar. Sürekli bağlantının kesildiği dizüstü bilgisayarlarında karşılarındakinin gerçekten kadın mı yoksa erkek mi olduğunu bilmedikleri rumuzlu insanlarla chat yapıp cinsel fantezilerini körüklüyor, doyuma ulaşmaya çalışıyorlar. Çoğunluğu erkek olan ordunun içindeki biricik kadın askerler de elbette bu fantezilerin başrollerine yerleşiyor, arkadaş aralarında gerginliklere neden oluyor.

 

Kışlanın içinde ya da dışında olmak

 

Paolo Giordano, romanına bir kahraman seçmekten ziyade, beş altı karakteri odak noktasına yerleştiriyor ve her birinin iç dünyasına tanıklık etme şansı buluyoruz. Bununla birlikte Egitto ve Rene'nin bir parça daha ayrıcalıklı konumları olduğunu söyleyebiliriz. Roman genel olarak üçüncü tekil anlatıcıyla yazılmışken, askeri doktor olan Egitto'nun birinci tekil anlatımıyla karşılaşıyor; onun geçmişine, bugün onu enkaz haline getiren ailesiyle olan ilişkilerine, kendisi ruhsal dengesini kontrol etmeye çalışırken ona emanet edilen askerler yüzünden duyduğu sorumluluk duygusunun üzerinde yarattığı baskılara tanıklık ediyoruz. Başçavuş Rene ise, ergenlikten yetişkinliğe geçişte kendini sıcak savaşın ortasında bulan bu erkeklere askeri disiplinle şekillenen bir mesafede dururken,  bir yandan da hepsini çocukları gibi görüyor. Aldığı her stratejik kararın onların yaşamlarını nasıl etkileyeceğinin ağırlığıyla yaşıyor ve yaşamaya mahkum kalıyor.

 

Sivil hayatta nasıl tecrübe kazanılıyor ve bir adım geridekilere aktarılmaya çalışılıyorsa, aynı “bilmişlik” ordudakilerde de kendini gösteriyor. Aldığı kararlarla henüz kendi içlerinde hesaplaşmamış, başlarına daha hangi bombaların düşeceğinden habersiz karakterler, yeni gelenlere "Daha yolun başındasın," diyebiliyor. Anlaşıldığı üzere, Giordano, testosteron ve milliyetçilik kokulu savaş kurmacalarını elinin tersiyle itip incelikli ve anlayışlı bir gözlemle insan psikolojisinde odaklanıyor. Kışlanın içinde ya da dışında olmak ne kadar fark ediyor? Devletin ve toplumun gözünde sadece bir asker olan bu genç erkekler, savaşta ölmedikleri ve sivil hayata döndükleri takdirde o kışlaların dışına ne kadar çıkabiliyorlar? Herhangi bir ajitasyonla karşılaşmadan bu genç erkeklerin “gülistan”larına dalabilir, kendi sorularınızı sorabilirsiniz.

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.