Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yüz Yıl Sonra Ömer Seyfettin’e Bakmak


Zayıf
Toplam oy: 148
Ömer Seyfettin’in hayatına yakından bakmak, yıkılmakta olan bir köşkün (saray mı demeli) çıkardığı seslere, toza toprağa, enkaza ve yıkılma biçimine şahit olmak demektir. Bereket, o ve onun gibiler köşkün iskeletine sahip çıkmaya gayret etmiş; temeli, sütunları ve çatıyı destekleme niyetiyle iskeletin ayakta kalmasını sağlamışlardır. Köşkü yeni anlayışlarla imar etmek de sonraki nesillerin mücadelesine dönüşmüştür. İmarın biçimiyle ilgili tartışmalar süredursun, Ömer Seyfettin’in sesine kulak vermek en azından iskeletin ilanihaye muhafazası için hayati değer taşımaktadır.

Düşünce dünyamızın 1700’lerden itibaren kısırlaştığı ve köklerinden koptuğu biliniyor. Düşünce geleneğimizi sürdüremediğimizden, öncelikle kimi paşaların Batılı devletlerin etkisiyle onların ekollerini hâkim kılma arzusu ve girişimleri, sonrasında da özellikle Tanzimat’la birlikte edebiyatçıların ve gazetecilerin düşünce dünyamıza yön verme çabaları ve yine bu yön verme çabalarının Batı etkisiyle farklı zihniyetlerin çatışmasına dönüşmesi bugün acı da olsa biliniyor ve kabulleniliyor. Vaktiyle bize üflenen ruhun zihinlerimizden, dolayısıyla fiillerimizden türlü şırıngalarla çekilip çıkarılması için küresel sistemin var gücüyle çalıştığı da biliniyor.

 

Yahya Kemal’in üflenen bu ruhun kaynağı olarak Ahmet Yesevi’yi işaret ettiğini hatırlayalım: “Şu Ahmet Yesevi kim, bir araştırın göreceksiniz, bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız.” Yahya Kemal’in bizi ayakta tutacak ruha yaptığı işaret, Ömer Seyfettin’de (ve onun gibi birkaç kişide) ete kemiğe bürünür. Ömer Seyfettin, hayatının ilk döneminden öldüğü ana kadar bir düşünce adamı gibi hem kendi kültürünü hem de tüm dünyayı etkisi altına almak üzere olan Batı kültürünü yakından takip etmiştir. Toplumun evrilme biçimi onun eserlerinde yakından izlenebilir. Varlığını, içinde yaşadığı toplumla özdeşleştirmiştir. Onun mücadelesi, çatışmaları, var olma biçimi eserlerini şekillendirmiştir. Onu anlamak dönemini de anlamayı sağlar. Bu anlayış şekillenmekte olan geleceğimize de ışık tutacaktır.

İlkesizliği temsil eden karakter

Spordan ticarete, kadınların eğitiminden yeni lisana oldukça geniş bir yelpazede düşüncelerini söylemiştir. Bu yazıları mutlaka okunmalıdır. Öykülerindeki ateş damarlarımıza kan, düşüncelerimize zemin, fiillerimize mihenk olmuştur. Yaptığı eleştirilerle, yıkılmakta olan Köşkün resmini çizmiş, yıkılışın gerekçelerini Efruz Bey karakteri üzerinden aydıntoplum ekseninde neredeyse maddeler halinde sıralamıştır. Âlimlerin, ilim adamlarının kendi düşünce geleneğimizden kopmalarıyla ortaya çıkan sapmanın yarattığı olumsuzlukları Efruz Bey karakterinde somutlaştırmıştır. Türk Edebiyatına Efruz Bey karakterini kazandırırken, düşünce ve fiili Efruz gibilerden kurtararak milliyet, ahlak (daha çok da iş ahlakı) kültür, inanç eksenine nasıl oturtulacağını da göstermiştir. Bu karakter (olunmaması gereken bir adam olarak) bütün olumsuzlukları kendinde toplayarak, kendisinden sonrakileri büyük oranda etkilemiş, belirlemiş ve mizah üreten bir tipe dönüşmüştür.
Kitabın girişinde Ömer Seyfettin aynen şöyle yazar: “Hayatımdan şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı göründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım… Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki, maksadım ne seni tahkir, ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi, edebiyat yapmadan yazmak istedim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır, Efruzcuğum! Bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen ‘hepimiz’ değilsen bile ‘hepimizden bir parçasın…’” Tamamlanmamış s romanı bir dönemi Efruz Bey karakteri üzerinden gözler önüne serer. “Hepimiz değilse bile hepimizden bir parça” olan Efruz Bey, “modernleşme öncüsüdür. Bu misyonunu bürokratlar ve siyasetçilerle birlikte yürütür. Bu yüzden halka/topluma tepeden bakar. Darbelerin yanında yer alır. Asla ‘sivil’ dili yoktur. Değişim geçirerek bugünkü ‘entel’ ama otoriter ve milliyetçi tipe kadar uzanır.”1

Dönemin ruhsuzlu¤unun cisimleşmiş hali: Efruz Bey

Efruz Bey, belki de son iki yüz yılın bütün olumsuzluklarını kendisinde toplayan ve bu ilkesizliği temsil eden bir karakterdir. Belki de Zübük/Zelig2 tipinin atasıdır. Efruz, Farsça bir kelime olup ‘aydın’ anlamına gelmektedir. Romanın başkişisi Ahmet Bey, bu ismi Lugat-i Osmaniye’den seçmiştir. Ömer Seyfettin, Edebiyatı Cedidecilerin nasıl olup da bu kelimeyi atladıklarına şaşırarak onlara da eleştirel bir gönderme yapar. Ahmet Bey’in annesi, bu isim değişikliğine tepki gösterir: "Sen Müslümansın, böyle gâvur ismi takınmaya utanmıyor musun?" der. Hürriyetperverliğin getirdiği bu isim değişikliği, köklerden kopuşun tescilidir. Zira Ahmet Bey olarak başladığı belirsizliklerle dolu memuriyetteki (üstelik padişah buyruğuyla işe başlamıştır) konumu Efruz Bey’e evrilir ve yine belirsizliklerle doludur. Kimilerine göre hafiye, kimilerine göre Jön Türk’tür. Paşalardan birinin de himayesindedir. Yarattığı izlenim ile zaten gölgelerinden korkan memur tayfası üzerinde büyük bir etki ve baskı oluşturur. Önce onlara sonra da herkese hürriyetin (Kanun-i Esasi’nin) ne anlama geldiğini anlatır.
Hürriyetin Kanun-i Esasi demek olduğunu, Kanun-i Esasi’nin de “bila tefrik-i cins ü mezhep” yani cins ve mezhep (din) ayrımı yapmamak olduğunu söyler. İsim değişikliğinden tutun da İkinci Meşrutiyeti kendisinin ilan ettirdiğini söyleyecek kadar kendini abartmasına kadar, dönemin ruhsuzluğunun cisimleşmiş halidir. Bilgisizliğinden ve cehaletinden aldığı cesaret (cüret) onu meydanlarda nutuk atmaya kadar sürükler:
“İnsan hür olunca eşit olur. Eşit olunca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz. Hürriyet karşısında böyle şeylerin hiç önemi yoktur. Hele 'milliyet' kadar budalalık olamaz. Sakın böyle bir iddiada bulunmayınız, insanların hepsi hürdür. Kardeştir. Eşittir. Artık ayrılmaya mana var mı? Birbirinizin lisanını bilmiyorsanız, esperanto dilini öğreniniz. Haydi, hepiniz birleşiniz! Öpüşünüz. Sevişiniz. 'Cins ve mezhep ayrımı olmayanlar' bayrağının altına gelmeyenler zorbalardır. Onlar bizim düşmanımızdır. Bırakınız onları mabetlerine gitsinler. Bizim cinsimiz, bizim mezhebimiz birdir: İnsanlık... Haydi öpüşünüz. Manasız fikirleri, batıl inançları vahşilere, yamyamlara bırakınız. Medeni olmaya çalışınız...”
Köksüz yeni aydın

Ömer Seyfettin, Efruz Bey’in bu söylemi üzerinden yeni aydın tipini tüm çıplaklığıyla ve köksüzlüğüyle resmeder. Burada evrensellik iddiasındaki yapay bir dil olan Esperanto dilinin öğrenilmesi ve kullanılması üzerinden getirdiği eleştiri çok önemlidir. Dilin kültür ve medeniyetle olan ilişkisinin göz ardı edilişine getirilen eleştiridir bu. Yapay bir dilin varlık kazanamayacağına, dolayısıyla da hürriyetin, eşitliğin; ırk, cins, mezhep (din) ayrımlarının ortadan kalkacağına dair beklentinin boşunalığına gönderme yapılmıştır. Efruz Bey tipinin evrensellik (cihanşümulluk) iddiasının geçerli olamayacağı bugün tecrübeyle biliniyor. Zira medeniyet (!) getirdiği düşünülen Batının, insan haklarını sadece kendi insanları için cari kıldığı, diğer insanları umursamadığı (sömürmeye devam etmek için her yolu denediği), devletler için ise bir baskı aracı olarak kullandığı apaçık ortadadır. Batı dışı devletlerin de bilgi ve tecrübelerinin arttığı ve Batı’ya karşı (Batı’nın anlayış ve mücadele araçlarıyla da donanarak) yeni donanımlar geliştirdiği de artık bilinmektedir. Bu da ayrımın aslında sadece hak ve batıl ayrımı olarak tecelli ettiğinin göstergesidir. Avrupa Birliği tüm insanlığın dertlerini sıkıntılarını gidermeye yönelik bir politika geliştirseydi ve bunu uygulasaydı çok önemli bir iş yapmış olurdu. Fakat kendi çıkarı dışında hiçbir amaç gütmeyen Batının hak ve hakikat derdi, insanlığı geliştirme derdi olmadığının en net kanıtıdır. O halde hak olanın cari kılınması için verilen mücadele daha anlamlı ve desteklenmeye değerdir. Devletlerin menfaati olur vicdanı olmaz, ilkesinin batıl bir ilke olduğu; devletin vicdanının olması gerektiği apaçık ortadadır. Ömer Seyfettin bunu, “Devletin adaleti sağlaması için tüm vatandaşlarına eşit şekilde kanunlarını ve mahkemelerini açması”3 olarak tanımlar. Gerçekten de ancak adaletin sağlanmasıyla devletin vicdanı varlık kazanır, cari hale gelir ve diğer bütün devletleri etkisi altına alır.
Necati Mert, Ömer Seyfettin İslamcı, Milliyetçi ve Modernist Bir
Yazar, Kaknüs Yayınları, 2004, s. 420.
2 Zübük, Aziz Nesin'in tiplemesi, Zelig, Woody Allen tiplemesi.
3 Ömer Seyfettin Bütün Eserleri, TDK, 2018. s. 573.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.