Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Zararın neresinden dönsek "Ziyan"dır...



Toplam oy: 1156
Hakan Günday
Doğan Kitap

Günlerdir, Hakan Günday’ın sıra dışı romanlarının içinde belki de en sıra dışı olan; çünkü diğerleriyle karşılaştırıldığında, başka bir “sıra”ya ait olduğu anlaşılan Ziyan’ı okuyorum. “Askerlik” gibi bıçak sırtı bir konuyu; hem de bunca rahat ve doğal bir dille ele alması bile Ziyan’ı, günümüz edebiyatı içinde özellikli bir yere taşıyor. Ayrıca, askerliğini yapan bir gençle Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunduğu için idam edilen Ziya Hurşit’in yarı gerçek, yarı fantastik bir biçimde karşılaşması, okuru doğal olarak her iki dönemin askerlik kavramı arasındaki ikilemlerle yüzleştiriyor.

Askerliğin bu denli doğallıkla ele alınmasının yanı sıra, Ziya Hurşit gibi (öyle ya da böyle) tarihe geçmiş birinin roman kahramanı olması, ayrıca, romanın ana eksenini oluşturmasa da, Atatürk’ün de romanın içinde yer alması Ziyan’ı ilginç kıldığı gibi, farklı okumalara da kapı aralayan bir metin haline getiriyor.  Her şeyden önce, belki de hayatta karşılaşabileceğimiz en “sert” gerçeklik; fantastik bir bakışa asla izin vermeyen “küt” bir kavram olan askerlik, Ziya Hurşit’in, ölümünden yıllar sonra doğuda askerliğini yapan, kendini intihara hazırlayan bir gencin karşısına çıkmasıyla farklı bir boyut kazanıyor. Genç, hayalle gerçeğin arasında sıkışıp kalıyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki askerlik, hayalle ilişkisi olmayan, düz ve statik bir gerçekliktir ve başka bir şeye temas etmediği için, arasında sıkışacağımız bir alan bırakmaz bize. Öyleyse nasıl oluyor da sıkışıyoruz askerliğimiz esnasında? Yanıt belli bence: kendi içimizde sıkışıyoruz ve kendimizi tahrip ediyoruz sadece. Öyleyse, gencin hayalini kurduğu intihara gerek kalıyor mu? Elbette kalmıyor. O da intihar etmiyor, edemiyor zaten!
 
Her şeyden önce, askerlik sırasında yaşanan psikolojiyi, pesimizm duygusunu çok iyi yansıtmış, hatta bire bir yaşatmış bize Hakan Günday. Geçmişinle arandaki tüm bağlar koptuğunda, belki de hiçbir ayrıntıyı net olarak hatırlamana bile imkân kalmadığında; aynı zamanda geleceğine ait bir beklentiye yer olmadığını, daha doğrusu, gelecek düşüncesinin kalmadığını hissettiğinde, intihardan başka çaren kalmıyor ama intihar bile anlamsızlaşıyor artık. Donma metaforu (metafor değil aslında; basbayağı gerçek) bu ruh durumunu daha da yoğunlaştırıyor. Eksi 16 derecede, soğuktan tüfek eline yapışmış, ayakuçların donmuş ve geçmişle gelecek kavramı tamamen imha olmuş bir şekilde nöbet tutarsan ne yapabilirsin? Mesela silahlı birinin sana doğru yaklaştığını görsen, birliğini, bırak birliği, kendini korumak için silahını doğrultur, onu etkisiz hale getirmeye mi çalışırsın? Elbette normal koşullarda yapman gereken budur. Ama yaşadığın ortam öylesine büyük bir hızla pesimizme sürüklemiştir ki seni, ölmemeye çalışmanın da; öldürmemeye çalışmanın da anlamı kalmamıştır artık. 

Bu ruh halini, edebiyatın bütün olanaklarını kullanarak, müthiş bir dille okuruna yaşattıktan sonra, bir roman kahramanına “Zorunlu askerlik hizmeti, emek, zaman ve kaynak israfıdır. Erlik, derhal bir meslek statüsü kazanmalı ve profesyonel ordunun bir parçası haline gelmelidir. Her üç ayda bir toplanan yüz binlerce genci askere dönüştürmek için harcanan çabanın onda biri ordunun işlevselliğini on kat arttırabilir…” diye başlayan bir söylev verdirmek ve bu fikirleri metnin içine monte etmeye çalışmak, teknik olarak roman sanatının neresine tekabül ediyor? Oysa okur, zorunlu askerlik hakkındaki bu sıradan düşünceleri okumaya başlamadan çok daha önce, romanın daha ilk sayfalarında “zorunlu askerlik”in ne olduğunu sarsılarak anlamış ve yazar malumatfuruşluğa soyunmadan önce yazar olarak onu altüst etmişti bile!

Romanın ilerleyen sayfalarında, romanı aşağı çeken bu tavrın gittikçe arttığını görüyoruz. Çünkü artık Ziya Hurşit devreye girmiş ve kurgu Atatürk dönemine doğru daha sıklıkla yol almaya başlamıştır. Hakan Günday’ın, romanın akışı sırasında gerçeklikten sapma olmaması için ciddi bir dönem araştırması içine girdiği anlaşılıyor. Bu elbette çok olumlu bir çaba. Ama edinilen bilgiler ışığında romanın kurgusu sağlam bir şekilde örülürken, yer yer bu bilgiler “bilgi” olarak da romanın içine yerleştirilmeye ve o dönem hakkında okura malumat verilmeye çalışılmış. Böylece, romanın o akıcı dili sık sık karşımıza çıkan roman dışı yamalar yüzünden bozulmuş.

Ziyan, Hakan Günday külliyatı içinde bambaşka bir yerde duruyor. Günümüz romanı içinde de farklı üslubu ve kurgusuyla kendine özel bir yer açıyor. Ama Hakan Günday’ın en iyi kitabı hangisidir?” sıralamasında oldukça gerilerde kalıyor.  

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.