Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


David Harvey: Meğer marksist değilmiş


“balzac, flaubert, bütün o tayfayı severim. çocukken charles dickens okumak zorunda bırakıldım ve nefret ettim. otuz beş yaşımda kapital okurken bir dickens romanı aldım elime ve bayıldım. hepsini okudum. üslubumu değiştirdi.”

dünyanın en önemli yirmi sosyal bilimcisi, en çok alıntılanan beş akademisyeninden biri. david harvey’e ilk sorum geçen yüzyılın kapital’i olarak tanımlanan ünlü kitabı limits to capital üzerine oldu. “ilk basıldığında yani 1980’lerde pek okunmadı. zaten zor basıldı, üç yayıncı reddetti. bir marksiste sormuşlar, ‘bu adam coğrafyacı, ne anlar bu işlerden?’ demiş. ilk sürpriz hemen ardından geldi, harvey kendisini marksist saymıyor. öyleyse neden yirminci yüzyılın önemli marksist yazarları arasında sayılıyor? “çünkü marx’in sermayeyle ilgili söyledikleri üzerine çalışıyorum. marx’ı olduğundan daha karmaşık hale getiren bazı meslektaşlarımın aksine onun yazdıklarını vasatlaştırmadan kolaylaştırmaya çalışıyorum. insanların yazdıklarımı okuyup da ‘bu adam marksist’ demelerini sebebi budur büyük ihtimalle. ben kendimi böyle tanımlamam. bu tür etiketlerden hoşlanmıyorum.”

 

AYŞE DÜZKAN

 

 

 

 

neden antikapitalist?

 

“geçenlerde kapital’in ikinci cildini internete koyuyorlardı” diye başladı söze. “ilk üç bölümde ortaya çıkan şey kapitalin bir tanımı. öyle bir şey ki bu, karşısında olmak zorundasınız. anahtar sınıf ilişkileri. antikapitalist olmak bu sınıf ilişkilerini ortadan kaldırmak anlamına geliyor. yani emek sarf eden birileri ve o ürüne sahibi olan diğerleri arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmak istemek.” peki neden sosyalizm, komünizm, anarşizm gibi kurmak istediği toplumu ifade eden bir terim yerine eleştiri ifade eden antikapitalist kavramıyla tanımlıyor kendini? cevabı birçok açıdan şaşırtıcı: “bence sscb’nin yıkılmasından sonra komünizm gibi kelimeler orayla bağlantılanıyor. ben de bazı durumlarda komünizm kelimesini kullanırım ama abd’de bunu kullanıp bir yere varamazsınız. sağcı basın tarafından komünist istihbaratın merkezindeymiş gibi gösterildikleri için ölümle tehdit edilen meslektaşlarım var. abd’de iğrenç bir antikomünist tarih vardır. mesela latin amerika’da da korkunç şeyler oldu ama orada böyle hissetmem. antikapitalist bir toplum nasıl olacak diye sorduğumda marx’ın buna verdiği cevap üretimin birleşmiş işçiler tarafından örgütleneceği şeklinde. ama aynı zamanda sadece üretimi değiştirerek bir yere varamayacağınızı, pazarı da, kredi sistemlerini de değiştirmek gerektiğini de söylüyor. yani sermayenin dolaşımını da denetlemek gerekiyor.”

 

new left review’da endüstriyel emeğin ve emekçinin devrimci teori açısından eski önemini taşımadığı fikrini savunduğunu okumuştum. “yani artık birlikte çalışmak, birlikte hareket edebilmek, şalteri indirebilmek aynı gücü vermiyor mu?”

 

“artık ürün araba falan değil kentin kendisi” dedi: “proletaryanın tanımını değiştirmek artık hayati öneme sahip. new york’un gıda zinciri çiftlikte başlar, onu şehre nakleden emekçiler var. onlar işi durdursa new york da durur. bu gıda zincirinde çalışanların çoğu göçmen, geçici işçi. bu emekçileri örgütlemek başka maharetler gerektiriyor. bazı durumlarda bir sınıf örgütlenmesi değil bir hak örgütlenmesi olan göçmen hakları konusunda çalışmak gerekiyor.”

 

fabrikalarda hala araba, cep telefonu vb üretilmiyor mu? “teknolojik gelişme çok etkili oldu” dedi. “örneğin baltimore’da çelik fabrikalarında çalışanların sayısı gitgide azaldı ve sonunda dış rekabete dayanamayan fabrika kapandı. onunla birlikte otomobil üreten fabrikalar da kapandı, yirmi yılda mavi yakalılardan oluşan bir şehir beyaz yakalı hale geldi. ama bazı marksist arkadaşlarım hüzünlü hüzünlü ‘proletarya gitti’ diyor. çin’e gitti, sen de gidip orada örgütlensene. bence marksist sol kapital’i çok kitabi biçimde okuyor.”

 

 

 

chomsky ve arkadaşlarıyla birlikte değil

 

adını chomsky, michael albert gibi z-mag çevresinden entelektüellerin kurduğu katılımcı bir toplum için uluslararası örgütte gördüğümde şaşırmıştım. bu grupla hiç alakası olmadığını, adının orada nasıl yer aldığını bilmediğini söyledi. ondan 1968’i anlatmasını istedim. “68 emperyalist bir savaşa, çok fazla banliyöleşmiş, sıkıcı bir hayat tarzına karşı ve insan hakları temelinde bir isyandı. benim gibi insanların marx okumaya başladığı bir isyandı aynı zamanda, o yıllarda otuz küsur yaşındaydım. vietnam savaşı emperyalizm konusunu gündeme getirdi ve solun önemli bir bölümü antiemperyalist oldu. abd’de kökü lenin’e değil mark twain’e dayanan önemli bir antiemperyalist gelenek vardır. ama 68’in anlamı toplumsal adalet fikriyle bir araya gelmiş bireysel özgürlük ve ifade özgürlüğüydü. sonuçta uluslararası şirketler bireysel özgürlük ve ifade özgürlüğünü verelim sosyal adaleti boşverin dedi. eşcinseller vb, her türlü tüketici grubu oluştu ama toplumsal adalet rafa kalktı.”

 

etnik restoran derken…

 

devam etti: “1968 devrim yaptı ama hayal ettiği devrimi değil; thatcherizm oldu yaptığı devrim. bireysel özgürlük, bireysel sorumluluk, pazar hürriyeti gibi şeyleri sağladı ama ‘şu toplumsal adalet zırvalığını bir kenara bırakın’ dedi. abd’de birçok şirket eşcinsel haklarını destekledi, son on-on beş yıldır gey hareketin nasıl büyüdüğüne bakın…”

 

“bunun sebebinin mücadele değil çokuluslu şirketlerin desteği mi olduğunu söylüyorsunuz?” dedim. “kısmen” dedi: “bir tür çokkültürlülüğe ihtiyacı var uluslararası şirketlerin. bunlar niş pazarlar yaratıyor. bütün new york’ta etnik restoranlar olması gibi.” “yani gey olmak kültürel bir mesele mi sizce?” diye sordum. “hayır bunu diyemem. gey haklarını kastetmemiştim” dedi. uzatılacak konu ama misafiri kırmayalım dedim.

 

marx ve dickens’ı otuz beşinde okumuş

 

paris modernite’nin başkenti adlı kitabında edebiyata ne kadar düşkün olduğunu görmek mümkün. “balzac, flaubert, bütün o tayfayı severim. çocukken charles dickens okumak zorunda bırakıldım ve nefret ettim. otuz beş yaşımda kapital okurken bir dickens romanı aldım elime ve bayıldım. hepsini okudum. üslubumu değiştirdi.”

 

neden paris?

 

david harvey’e son olarak paris’in onun için neden bu kadar önemli olduğunu sordum. şunları söyledi: “marx’ın 18. brumaire’ini okuyunca 1848’le 1871 arasında ne olup bittiğini merak ettim. bir de bu bana her yaz paris’e gitmek, kütüphanede zaman geçirme imkanını veriyordu. bir işgal evinde kalırdım, orada yaşayan bir arkadaşım her yaz hasta anne babasını görmek için kaliforniya’ya gitmek zorundaydı. kişisel olarak bu çalışmadan çok şey öğrendim. çok iyi zaman geçirdim. hayatım karıştığında, kişisel, siyasi, mesleki olarak berbat bir durumda olduğumda hep ‘paris’e gidebilirim’ diye düşündüm. marx paris’i yazmış, benjamin yazmış, herkes yazmış, ben de yazayım dedim.”



Gayet iyi
Toplam oy: 1263

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.