Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap


Paul Auster: Adeta mutasyona uğradım*


Paul Auster: Adeta mutasyona uğradım*

 


New York üzerine kafa yormaktan vazgeçmişsiniz gibi gözükmüyor. Bu soruyu en iyi yanıtlayabilecek New Yorklulardan birisiniz: Bu kent 50 yılda nasıl bir değişime uğradı?

 

Yıl 1965’ti. 18 yaşındaydım, Kolombiya’da üniversite birinci sınıftaydım; New York’a taşınmaya karar verdim. O zamanlar New York sert ve pis bir yerdi. Zamanla daha da kötüleşti; 60’lar ve 70’ler boyunca eroin kentin her yerindeydi, her köşe başı suç mahaliydi. Daha sonra, berbat ve finansal krizden geçti şehir; ve sonunda iflas etmişti. Cam Kent’in ve New York Üçlemesi’ndeki diğer kısa öykülerin oluşmasına neden olan anılar bunlar.

 

Reagan’ın seçilmesiyle, evsizlere yapılan devlet yardımları büyük ölçüde kesildi. Ve sonra, rezalet bir evsizlik sorunu başgösterdi. Ancak sonraları, yavaş yavaş, ufak ufak iyileşme gösterdi New York. Bunun nedenini hala bilemem, benim için bir sırdır. 

 

Şehir bir anda daha emniyetli bir yer haline geldi. Ve sözde şehir planlamacıların akınına uğradı. Sokaklara bir soylulaştırma dalgası hakimdi; şehrin ötelenmiş pek çok yerindeki göz alıcı binalar çok ucuz fiyatlara satın alınıyor, yenileniyor ve soyluların gözünde yaşanabilir hale geliyordu. Her neyse, New York epey gelişti. Artık, 60’lı 70’li yıllarda gördüğümüz o katastrofik manzaları göremiyoruz burada.

 

Benim yazınımda New York olgusu da benzer bir gelişme gösterdi. Ama bu yeni kitabımda sözünü ettiğim Sunset Parkı, New York’un elegan bölgelerinden biri değil. Burada yaşayan çok sayıda düşkün, evsiz var. Mimarisi de bir hayli çirkin, su kenarında endüstriyel bir bölge burası. 

 

Sunset Park’taki karakterlerim gibi genç ruhların kendilerine ait alan bulabilecekleri bir bölge burası. Hatta inanır mısınız; kitapta sözünü ettiğim ev, aslında gerçekten var olan bir yer. Dördüncü ve Beşinci Bulvar arasında, 34. sokakta... Mezarlığa yakın... 

 

O evi ilk gördüğünüzde ne hissettiniz, ne yaptınız?

 

Önce fotoğraflarını çektim. Pencerelerine tahtalar çakılıydı, içeride kimse yoktu. Karakterlerimi bu evde hayal ettim. Fotoğraflar, evin tasvirini yaparken bana yardımcı oldu. İnanmayacaksınız ama bir iki ay sonra ev yıkıldı! 

 

Az önce New York’taki ekonomik krizden söz ettiniz. Sunset Park’ın önemli bir bölümü de ekonomik iklimin belirsizliği üzerine kurulu. Sunset Park’ı 2008’deki krizin etkisiyle mi kaleme alma kararı aldınız?

 

Hayır! Kulağa inandırıcı gelmeyebilir, ama bu kitabı yazma fikri 2008’deki krizden birkaç yıl önce girmişti aklıma. Başlarda kafamda çok soyuttu bu hikaye. Bunu kendi kendime ifade ederken kullanıp durduğum söz “disposesyon”, yani istimlak idi. Aklıma yaşadığı yerden atılan ve doğru düzgün bir geliri olmamasına rağmen sokakta yaşamak zorunda bırakılan bir karakter geliyordu. Bu hikaye kafamda belirginleşmeye başlarken, ekonomi bozulmaya başladı. Bir anda benim hayali kahramanımın yerini milyonlarca insan alıverdi. Yani, ikisi birbirinin üstüne geldi.

 

 

İNSANLAR BİRBİRİNİN DEVAMIDIR

 

Sunset Park’ta, karakterler bugünü anlamak için hep geçmişe dönüp bakıyorlardı. Geçmişin özlenesi kalitelerini, boş nostaljiden ayırmak için uğraştınız mı?

 

Bu söylediğiniz çok önemli. Her nesil, bir önceki nesilin daha iyi olduğunu düşünür. Ve eminim bu binlerce yıldır böyle. Olay şu ki, insan hayatı dediğimiz şey hep insan hayatıdır ve insan her zaman büyük bir kargaşayla baş başadır.

 

Elbette kimi dönemler, kimi dönemlerden daha iyi olabilir; ama tekin bir mukayese yaptığımıza hiçbir zaman emin olamayız. Babaanneniz 60 yıl öncesini özlüyor olabilir ama II. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insanın katledildiğini de hafızamızda tutmak lazım. 

 

Bugünümüzü nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Gördüğüm gülünç bir şey var. Biz bu sorunları kendi kendimize yaratıyoruz, ve sonuçlarının orada bizi beklediğini bilsek bile çözüme davranmıyoruz. Toplumun gerekeni yapmaya şevki yok sanki...Obama başkan olduğundan bu yana, çirkin bir siyasetle çepeçevre sarılmış durumdayız ve her gün ülkenin biraz daha geri gittiğini görüyoruz. Yanlışlıklara tanık olmaktan rahatsızız ama söylenmekle yetiniyoruz.

 

Kamu mutabakatı fikri artık antika bir terim gibi.

 

Bilmez miyim! 20. yüzyılın başlarında, sürekli kanallar, metrolar, otoyollar, köprüler inşa ediliyordu. Şimdiyse, hiçbir şey inşa ettiğimiz yok. Bozulanları tamir etmekle (çoğu zaman edemesek de) yetiniyoruz. İşte Sunset Park’taki Bing, kafasını böyle konulara yoran bir karakter.

 

SUNSET PARK ORGANİK, GİZEMLİ

 

Kitaplarınızda toplumun birey üzerine zararlı bir rol oynayabileceği ima ediliyor, ancak bir yandan yine sizin kitaplarınızda görüyoruz ki sorunlu ruhların tek kurtuluşu toplumun bir parçası olmak. Ne dersiniz?

 

Sunset Park’ta Bink’in de basit bir şekilde ortaya koyduğu gibi, hepimizin bedenleri var. Hepimiz ölüyoruz, hepimiz hasta oluyor, açlık duyuyor, acı çekiyoruz. Dolayısıyla insanlar aslında birbirinin devamıdır. Hepimiz – ya da diyelim pek çoğumuz!- başkaları olmadan yaşayamayız. Sunset Park’taki zavallı Ellen, sosyalleşmediği, birileriyle iletişime geçemediği akıl sağlığından olmak üzere bir kadın, örneğin. Ancak çağımız, toplumu acı veren bir oldu haline getirdi. Bu dokuyu kitaplarımda ben görememiştim, sorunuzla fark ettim.

 

Sunset Park, alışılagelmiş Paul Auster üslubundan bir kopuş gösteriyor.

 

Sunset Park çok organik, çok gizemli. Ben içeriğin dili yarattığına inananlardanım. Her birinin yazılması gereken hususi bir form vardı ve tüm kitaplarım kendi yolunu buldu. Bana da bu yola sadık olmak kaldı. Hiçbir üslubu ben, şahsen oluşturmadım.

 

Bu kitaptaki en büyük fark, farklı karakterleri seslendirmemdi. Görünmeyen’de de bu işe bir nebze girmiştim; ancak tam anlamıyla ilk kez Sunset Park’ta yaptım diyebilirim. Bu yaptığım çok ayrıcalıklı bir şey değil, romancıların yıllardır kullandığı bir yöntem. Ancak benim edebiyatımda ilk kez yer alan bir üslup.

 

Bu şekilde yazmak daha mı zordu?

 

Kesinlikle hayır.Aksine çok keyifli, ilgi çekici bir süreçti. Sanki her bölüm, tiyatro oyunundan bir bölümmüşçesine çalıştım. Kitapta neredeyse 3 sayfa süren cümleler var, bu da bir ilkti benim için. Ancak, beni hiç rahatsız etmedi. Çünkü, bu konuşmalar karakterlerin kafalarında dönen konuşmalardı, bu bilinç akışında olması gereken de buydu.

 

ELEŞTİRMENLERE KAFA YORMAM


Son birkaç romanınız genç insanları konu alıyor ve yakın zamanda bir röportajınızda, romancılığınızın “yaşlı adam” periyodunu geride bıraktığını söylediniz. Bu bilinçli bir tercih miydi?

 

Ben bu konuda adeta mutasyona uğradım. Görünmeyen’i kaleme alırken, 1967 ve 1968 yıllarında yaşanan pek çok unutulmaz değişimin 40. yılını kutladığımızı hatırladım. O yıllarda gençtim, Görünmeyen’i yazarken sık sık o yıllarıma döndüm.

 

Daha sonra o günün değil ama bugünün gençlerini yazmak istediğimi fark ettim. Nasıl bir arkaplandan gelirlerse gelsinler, gelecek umutları çok az. Doğru düzgün iş yok, para yok... Bu devirde 20’li yaşlarda olmak çok zor olmalı.

 

Bugünün gençleriyle iletişim halinde misiniz? 

 

23 yaşında bir kızım var ve gençlerle çok vakit geçiriyorum. Bana söyledikleri, çevreye karşı tutumları çok ilgimi çekiyor. Eğlenceli bir nesil, gençleri çok seviyorum. Fakat, bizim 40 yıl önce algıladığımızdan çok daha farklı algılıyorlar dünyayı. Yeni bir kitaba başladım, yine 20’li yaşlarının ortasındaki birini konu alacak.

 

Bir söyleşinizde çalışmalarınızla ilgili yapılan yorumları okumadığınızı ve kimi zaman sizi öven yazılar bile yazılsa, yazan kişiyle aynı fikirde olmadığınızı söylüyorsunuz. Eleştirmenlerin çalışmalarınızla doğru yaklaşmadığını mı düşünüyorsunuz?

 

Eminim, yazılarıyla bana bir katma değer katıyorlar, kitabımı okuyan herkes gibi. Ancak bu konuda kendimi eğittim; ne övüldüğümü ne yerildiğimi görmenin bir faydası dokunuyor bana. Yapmam gerekenleri yapmama bir katkıda bulunmuyor. Bu yorumlara kafa yormak zorunda olmadığımı düşündükçe kendimi daha özgür hissediyorum. 

 

Eski kitaplarınıza dönüp bakar mısınız?

 

Doğruyu söylemek gerekirse, pek hoşlanmıyorum bundan. Şayet aynı cümleyi daha önceki bir kitapta kullandığımı düşünüyorsam, eski çalışmalarıma dönüp bakarım. Önce hangi kitaptan hırsızlık yaptığımı bulmaya çalışırım, sonra birkaç sayfa dolaşırım. Ama bundan keyif aldığımı söyleyemem. Çok sevdiğim, romancı bir arkadaşım bir keresinde bana şöyle demişti: “Çalışmalarım yolda yürürken kenara bıraktığım küçük çantalar gibi benim için. Doluyorlar ve artık taşıyamıyorum onları. Oldukları yerde bırakıyorum, sıradakine geçiyorum ve arkama dönüp bakmıyorum bile”. Sanırım böyle hisseden çok fazla romancı vardır; ben de onlardan biriyim.

 

 

* Derleyen: Elif Bereketli

 



Şahane
Toplam oy: 1062

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.