Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Araf coğrafyasında umut ve kimlik




Toplam oy: 1241
"Sürekli akrepler tarafından ısırılan bir insan, gördüğü herkesi akrep zannetmeye başlar."

Ev dediğiniz şey hatıra kumbarası. Kumbarada ne kadar hatıra varsa o kadar uzağa gidebiliyor, uzaklaştıkça biriktirdiklerinizi harcıyorsunuz. Harcadıklarınızı yerine koyacak imkana sahip değilseniz, ev bilgisini gittiğiniz yollarda tüketiyorsunuz. Evden uzaklaşmayı heyecanlı olduğu kadar hazin kılan da bu. Bir de hızla uzaklaşılan, bir daha dönülmek istenmeyen, dönüş arzusu içinizi yaksa da dönülemeyecek evler var. Dönülmek istenmeyen evde biriktirilen hatıralar hızla gömülüyor zaman adlı kabristana. Arzu edildiği halde dönülemeyen evlerse, kimlik olup işaretliyor mülteci hayatın sınırlarını.

 

Amman’dayız. Bir akşam üstü şehrin kalabalık ana caddelerinden birinde buluşup yürümeye başlıyoruz. Herkes birbirine yabancı. İsimlerin ardına, ülkeler ve şehirler ekleniyor. İstanbul’dan olduğumu duyunca yanıma geliyor ve konuşmaya başlıyoruz. Aslında İstanbul’a gelmek istermiş, ama İngilizce öğretmeni olarak iş bulabilmesi mümkün değilmiş, o yüzden gelmemiş. Irak’ta bir Şii kentinde başlamış hayatı. Kendisi Sünni. Devlet memuru olarak çalışıyormuş. İki sene evvel Şii olan kocası, artık devrin değiştiğini, üzerine kuma alacağını söylemiş. Kabul etmeyip boşanmayı tercih etmiş. Bunun üzerine yaşadığı şehirde ona huzur vermemek için elinden geleni yapmaya başlamış Şii militanlar. Oğlunu kaçırmışlar. Babasına referansla, “Bize katıl ya da başını keseriz,” demişler. Anneye de istedikleri fidyeyi bildirmişler bu arada. Ne yapsın, varını yoğunu elden çıkartıp ödemiş fidyeyi. Oğullarını alıp evli kızının yanına bırakmış. Amman’a gelmiş, yer ayarlamış ve dönüp almış çocuklarını.

 

Ortadoğu’daki tüm çatışmalarda sınırlarını mülteci ve (aslında her devletin istediği yere çekebileceği bir statüsüzlük durumu olan) “misafir” olarak kabul ettiği insanlara açan Ürdün’de Iraklıların çalışmaları, yatırımcı değillerse yasak. O yüzden aynı işi yapanlara göre çok daha ucuz, bazen üçte bir ya da dörtte bir ücretle ve gizlenerek çalışmak zorundalar. Yeni bir ülkeye yerleştirilene kadar burada geçirmeleri gereken zaman boyunca Ürdün’ün ucuz emek “ihtiyacı”nı karşılıyorlar. 1947’den bu yana her kriz döneminde sayıları artarak Ürdün’e sığınan Filistinlilerden önemli bir farkları var Iraklıların. Kendi aralarında dayanışmıyorlar. Birbirlerinden alabildiğine uzak durmaya çalışıyorlar. İngilizce öğretmeni olan bu kadın da (ismini ne olur ne olmaz diye vermiyorum) hem Iraklılardan hem de kendilerinden sonra gelen ve iç savaşın sıcaklığı dolayısıyla “ayrıcalıklı” olarak gördüğü Suriyelilerden mümkün olduğu kadar uzak duruyor. Diyor ki, “Sürekli akrepler tarafından ısırılan bir insan, gördüğü herkesi akrep zannetmeye başlar.”

 

Öğretmen ama çocuklarını okula göndermiyor. Çünkü yerli çocukların ayrımcı şiddeti yüzünden fiziksel ve ruhsal sağlıklarını kaybetmelerinden korkuyor. Ammanlı zengin ailelerin çocuklarını ABD üniversitelerine gitmelerini sağlayacak GRE sınavına hazırlayarak geçimini sağlıyor. Ama o ailelerden yardım kabul etmiyor. Çünkü sonunun nereye varacağını bilmiyor. En yakın arkadaşı bir kilise görevlisi. Irak’ta yaşadıklarından sonra başındaki örtüyle üzerinde taşıdığı dinin müminlerine güvenemeyeceğini söylüyor: “Elhamdülillah Müslümanım, ama şimdiye kadar başıma ne geldiyse Müslümanlardan geldi,” diye özetliyor durumu.

 

Güçlü ve umutlu bir kadın. Çok da güzel. Anlatırken ağlamamaya çalışıyor, gururlu. Ama duyguları öylesine yoğun ki gizleyemiyor. Bir an önce güvenli bir ülkeye gidip yerleşmek, Irak’a dair bildiği herşeyi unutmak istediğini söylüyor.

 

Bir başka hikaye

 

Bir küçük dükkandayız. Biri Filistinli, diğeri Iraklı mülteci iki kadın el işi giysiler tasarlıyorlar burada. Iraklı dantel, Filistinli nakış biliyor. Bir yerde tanışıp bu işi kurmaya karar vermişler. Iraklı olan, İtalyan bir kadınla aynı evde yaşıyor. Bağdat’ın Şii mahallelerinden birinden çıkmış yola. Annesi çok küçükken terk etmiş onu ve kardeşlerini. İşgal esnasında baba da kaybolmuş, öldü mü kaldı mı bilmiyor. Kardeşler dağılmış, o da İsveç’e diye yola çıkmış. Olmamış, Amman’a gelmiş. Türkiye’ye geçmiş birkaç aylığına, ama tutunamamış. Irak’a, yani defalarca ölüm tehlikesi atlattığı ülkeye sınırdışı edilmiş yeniden. Bir yolunu bulup Suriye’ye gitmiş, ama orada da savaş başlamış. Tekrar Amman’a dönmüş. Başka bir ülkeye yerleştirilmek istenmiş. ABD çıkmış çekilişte, ama gitmemiş, “Olmaz, hayatımı mahveden o ülkeye yerleşmem,” demiş. Dosyası yeniden düzenlenmiş. Tek arzusu bir yere kalıcı olarak yerleşmek. İşini de, ortağını da seviyor ama haftada bir gün izin yapabilmeyi özlüyor. Irak’ın geçmişinden ne getirmek isterdin bugüne diye soruyorum, “Saddam’ı,” diyor. İrkiliyorum, fark edip sebebi anlatıyor: “Hayatımın en güzel günlerini onun döneminde yaşadım, ondan sonra başlayan savaş bir türlü bitmedi.” O da tıpkı bir önceki Iraklı mülteci gibi olup bitenleri unutmak istiyor.

 

Amman’da karşılaştığım Filistinli, Iraklı ve Suriyeli mülteciler arasındaki en büyük fark şu: Filistinliler, Filistin’den vazgeçmiyorlar. Filistin’i hiç görmemiş olanlar bile tüm dünyanın kendilerine haksızlık yaptığı bilgisinden kaynaklanan bir güce sahipler. Iraklılar ve Suriyeliler içinse durum hiç böyle değil. Göz göre göre girilmiş, hiç kimsenin haklı olmadığı, kirli bir savaşa taraf olmamak için geride bıraktıkları her şeyi unutmak istiyorlar. İçinden çıktıkları savaşı gittikleri yere taşımamak için birbirlerinden uzak durmaya çalışıyorlar. Buna rağmen Suriyeliler birbirlerine tutunmak zorundalar, sayısal çoklukları nedeniyle. Iraklılar ise ülkelerini ve yaşadıklarını unutmak istedikleri ölçüde uzak duruyorlar hemşehrilerinden.

 

Türkiye aylardır Suriyeli mültecilere yönelik linç girişimleriyle çalkalanıyor. Sınırdan İstanbul’a kadar, Suriyelilerin sığındıkları hiçbir şehir kendi arzu etmedikleri bir savaşın kurbanı olmamak için evlerini geride bırakan bu insanları istemiyor. “Türk misafirperverliği” denilen şeyin bir efsaneden, masaldan ibaret olduğunu bir kez daha anlamış bulunuyoruz. Kimse bir gün darda kaldığında sığınacak bir ev arayabileceği ihtimalini düşünmüyor. Kim bilir, evin ne demek olduğunu asıl unutanlar mülteci/misafirler değil kimseye ev olmayan bu ülkenin “sahip”leridir.

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Furkan Nuka Birgün

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.