Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

A’dan Z’ye Ahmet Büke




Toplam oy: 716

Bugün (19 Haziran) aynı zamanda Ahmet Büke'nin doğum günü. İpekli Mendil yazarlarından Gülda Şahin'in hazırladığı A'dan Z'ye Ahmet Büke "Sözlükçe"siyle Ahmet Büke'nin doğum gününü kutlarız.

 

 

ABLA: “‘Uzun uzun yürüyelim,’ dedi.
 ‘Gerçi bana hava hoş. Yorulmuyorum artık. Sen sever misin?’
İnsanın bu dünyada ablası olmalı. Hatta o kardeşi olduğunu, uzaktan onu sevdiğini, onun için endişelendiğini bilmese de ablası olmalı insanın. Misal benim Feride Abla’m vardı. Onu bir evde vurdular. Herkes ölecek, diyordu. Ölmedi. Dört duvar arasında sardunyalar yetiştirmiş. Yağmur suyunu biriktirmiş havalandırmada. Sonra topuklarını ovmuş onla.
Misal, benim Feride Abla’m çıktı içeriden. İş vermediler ona. Kara kara baktılar uzaktan. O da çorap ördü. Çocuklara matematik öğretti. Dışarıdan bitirdi okulunu. Annesinin sardunyalarını suladı.

Arkadaşları bir ilan bile vermediler arkasından. Kanserin de en hızlısı varmış meğer. Ama ben onu uzaktan hep sevmiştim. Akşamları iş dönüşü bezgin oluyordu misal. Şimdi o da yorulmuyor artık. Feride Abla yorulmuyor, Sevgi Abla da yorulmuyor.
‘Yürümek benim işim Sevgi Abla,’ dedim.
Ertuğrul Kapısı’nda buluştuk.” (Hayatın Bütün Sokakları - Yüklük)

ANNE: “Uyuyamıyorum bir türlü. Kasıklarım ur yuvası sanki. Islanıyorum. İki büklüm olup ağlamaya başlıyorum.
Annemi çok seviyorum çöl baba. Annemi! İçime işlenmiş dövme sanki sızısı. Bir kâğıdı en ince ve hızlı yerinden yırtar gibi unutmaya çalıştım onu. Anneyi silemiyor kimse kolundan. Her sabah yanında uzanıp dokunduğu o kolun bütün derisi anneyle sıvanmış. İnsanı böyle borçlu bırakacak kadar sevmek iyilik değil.” (Cazibe İstasyonu)

BABA: “Babamın yüzünü değil de bıyıklarını hatırlıyorum. Anason kokardı. Sarılınca ensemden akardı rakı kokusu.” (Aniden - Alnı Mavide)

BAHAR: “Bahar güzeldir. İnatçı bir kuş gibi çamurdan yuva yapar. Kediler umutlanır: Açlık daha azdır. Sinekler örgütlenir: Kan pıhtılaşmaz. Ölen balıkların yerini hemen yenileri alır. Saflar sıklaştırılır. Çürüyen kuyrukların ve dağıla kılçıkların arasına tutunan yumurtalar; yosunların iniltileri arasında çatlar.
Hayat inat eder.
Döngüsünün bileğini büken daha çıkmadı bilinen zaman içinde.” (Gülümseyen Ağıt: Mavi ve Bahar - Ekmek ve Zeytin)

BAKKALLAR: “Tarihi bakkallar yazar. Bu kesin. Siyasete bulaşmamış terzi yoktur ama son sözü hep bakkallar söyler. Onlar ağır parmaklarını pirince ve şekere daldırdıklarında mahallede uçan kuşun teleği titrer. Zaman ağırlaşır. Tezgâh üzerinde sararan peynir parçaları bilir ki dükkânı saran koku paspasın ağır suyu değil, o kadim tecrübenin kaynadığı imbiğin sesidir.” (Baba, Oğul, Asker - Ekmek ve Zeytin)

BEREKET KABUĞU: “Yer damar damar.
Biz onu biliyoruz. Göğsünü yardıkça toprağın, adım adım serinliğe indikçe dünyanın kalbi atıyor. Duyuyoruz üçümüz de.
En üstte incecik, bilemedin yarım kulaçlık bir bereket kabuğu var. Tohum ve aşılı ağaç kökleri orada nasıl güvendeler. Böcek yumurtaları konaklıyor; yol bilen karıncalar yaşlandıklarında kendilerine küçük odacıklar kazıyorlar. Soğan başı, maydanoz damlası ve mantar karaları, kurban kemikleri, kırık testiler, çocuğu büyümüş oyuncaklar ve solucanlar alt alta üst üste uyuyorlar.
Hepsini biliyoruz. Ben, Muhammed ve Şakir. Kanal açarız biz. KANAL. Yer yarığı. Derin ve uzun yaralar.” (Ramazan ve Jeoloji - Cazibe İstasyonu)

BOYOZ: “Gevrek değil de boyoz güzelmiş…” (“Gevrek Değil de Boyoz Güzelmiş…” - Yüklük)

CİVCİV: “Tahtadan kutu çakmıştı babam. Ağzında ince çiviler, çekici bırakıp düşünerek, kafasını kaşıyarak bütün Pazar öğlenden sonrasını buna harcadı. Sonra içini eski kumaşlarla döşedi. Kutunun altına ince talaş serpti. Kapağının arasından sarkıttığı yirmi mumluk lambayı ve kordonunu dikkatlice inceleyip çalışıp çalışmadığına baktı.
On beş civciv geldi bize. Parlak tüyleriyle cıvıldadılar koridorda. Annem hemen kapıyı kapattı. Sarman dışarıdan miyavladı, mutfak penceresine atlayıp perdenin aralığından olup biteni izlemeye çalıştı. Babam mutlulukla izledi onları. İki tanesi dedemin uzun sağlı şövalye mızrağını andıran şemsiyesinin ucuna bağırsaklarını boşalttı. Annem elini ağzına götürüp kahkaha attı. Dedemi hiç sevmezdi.” (Günah Topu - Kumrunun Gördüğü)

CUMBA: “İki yanda çarpılmış eski evlerin cumbaları çoktan yıkılmıştı. Haraplık önce buradan başlar. Kim bilir kaç kadının pembe topuklarıyla esneyen o taban tahtaları iri topuzlu çivilerden kıymık kıymık ayrılmadan önce uçan çatıdan aldığı nemle gevşer; yağmur suyu getirdiği çamurla ağacın özüne işlerken küçük çıtırtılar doğurur. Ev ölürken cumbasına ağlar.” (“Biz” - Alnı Mavide)

ÇIKMAZLAR: “Benim demem o ki, herkes kendi çıkmazına sahip çıksın. Gitsin, kimsesiz çıkmazlar cemiyetine kayıt olsun. Sevsin yokuşlarını. Her sabah beyaz yakalı çocukluğumuz geçiyor oralardan. Çözemediğimiz havuz problemleri, gönlü bir türlü bize doğru kaymamış kadınlar, erken ölmüş arkadaşlar, umutsuz yazarlar hepsi diziliyor fener alayında. Oğuz Atay sigarasını dipliyor yolun sonunda. Hayatınızın izmaritlerini biriktiriyorsanız eğer sıkı sıkı sarılın çıkmazlarınıza.” (Düşaltı Beşiktaş Rüyaları - İzmir Postası’nın Adamları)

ÇOCUK: “Kucakladı çocuğu. Avluya çıktılar. Narın altına geldiler. Hala dokununca dala, açmayan çiçek açtı.
Sonra çocuğun kulağına eğildi. ‘Bu çocuk büyüyecek. Bu çiçek açacak. Bu kuş uçacak. O karıncayı yiyecek. Yuvaya haber gidecek. Başka karınca gelecek. Bu çocuk büyüyecek. Bebeleri olacak. Bu çiçek açacak…’
Baktı uyumuş çocuk. Baktı incir de süzmüş yapraklarını. İhtiyar adam yine geçti, ‘Sen neden ağlıyorsun?’ dedi.” (Bu Karınca Gelecek - Ekmek ve Zeytin)

DUA: “‘Su gelecek,’ diye düşündüm.
Narı sularım o zaman. Asma bile gözünü açabilir. Annemin ve babamın mezarlarının etrafını kazarım. Göl gibi yaparım kuzeye bakan bahçeyi.
Ellerimi açıp dua ettim her şey daha hızlı olsun diye. Kostümcü teyze beni o halde görünce durdu.
‘Ne yapıyorsun sen?’
‘Dua.’
Yanıma çöktü.
‘Hatırlıyorum bunu,’ dedi. ‘Eskiden biz de böyle yapardık.’
Sonra bildiğim tek duayı fısıldayarak ona öğrettim.
‘Kul hüvallâhü ehad. Allâhüssamed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad.’
‘Ne anlatıyor?’
‘Bilmiyorum. Ama annem çok mutlu olduğunda bunu oku,’ demişti.
Kostümcü teyze soğruldu.
‘Evlat, çok mutlu olma. Seni mühendis okuluna yolluyorlar,’ dedi ve gitti.
Ertesi gün zayıf, kirli tırnaklı on çocukla beraber bir askerî kariyere bindirdiler beni. Hava yastıkları şişti. Kariyer yerden havalandı. Savrulan kumların arasından kasabaya son kez baktım.
Pilot, ‘ K. Bölgesinden ayrılıyoruz, sıkı tutunun çocuklar,’ dedi.
Bizi doğduğumuz yerden uzaklara, Su Mühendisliği Kampüsü’ne uçurdular.
Annem keşke korktuğumda okuyacağım bir dua öğretseydi diye düşündüm. Mutlu olmaktan çok korkuyordu insan buralarda.” (K.Çöl Cazibe İstasyonu’ndan önceki günlerim - Cazibe İstasyonu)

DUNYA: “Dunya da Büyük Kuraklık’ın kimsesiz bıraktığı çocuklardan biriydi. Su Rejisi onu evlat edindi. Uzun siyah saçlarını kestiler. Turkuaz bir üniforma giydi. Boynundaki künye zinciri ve plakası dokunduğu yeri yara yapıyordu. Ama hepsi çabuk geçti. Ağrılarını da anıları gibi arkada bıraktı. Eskiye dair hemen her şeyi unuttu. Balıkçı dedesini, evlerinin çatısında kuruyan ağları, mahallede önce yaşlıların ardından kedilerin, en son da karıncaların ölmesini sildi zihninden. Hepsini hızla uçurdu.
Sabah içtimalarında deli gibi koşuyor, nefesi kesilmek üzereyken önüne gelen bir akasya ağacının bedenine vuruyordu kendini. Boynunu incitti birkaç kere. Sonuncusunda kaburgasını kırdı.” (Cazibe İstasyonu)

 
EVLER: “Evler insanların kalesidir. Sanılanın aksine demir ve çimentodan yapılmazlar. Her evin kendine özgü kokusundan dokunmuş zırhı vardır. İç içe geçmiş dikenli pullardan oluşan bu engelin ardında yumuşak doku başlar. Koridor. Tavandaki beyaz lambanın aydınlattığı, üzeri kapanırken gördüğü gün ışığını asla unutamamış o kalınbağırsak ve aynı zamanda zavallı yutak. Koridorlar ıslaktır. Girerken içinde yuvarlanırsınız. Evden çıkarken anüsün son noktasındaki körlük göz alıcı değil mi?” (Açlık Sarkacı - Alnı Mavide)

FRUKO: “Ama o sonbahar “ekistira lüküs kuru incir”den mahrum kaldım.
Çünkü Tariş’e yaklaşmak ne mümkün!
Yolları panzerler kesmiş. Bir iki yerde barikat. Furukolar -toplum polisi furuko diye arattırın internette- sağda solda insan çeviriyorlar.
Tam pek kimsenin bilmediği ara yoldan gidecektim ki, iki tane teyze kafam kadar taşlarla bir ekip arabasını yoldan çıkardılar. Arkadan daha genç kadınlardan oluşan kortej geliyordu. Polisin birisi silahının emniyetini açtı. Namluyu havaya kaldırdı. Ama kadın kalabalığını görünce vazgeçti.
Ortalık yeniden gaza boğuldu.
Gazetelerin iri iri yazdığı Tariş Olayları’nın göbeğine düşmüştüm.” (Dev-Genç Suzi - İnsan Kendine de İyi Geli)


GÖL: “Göl dediğin ne güzel sudur. Tabandan tatlı eğimiyle yükselir. Alçacık tepeleri kucağına alır, taşları yıkar, karıncaları kaçırır. Yuttuğu çalılar bir daha açmaz olur; yollar kaybolur, eski eşikler unutulur gider. Sazlar kaplar bir yanını. Suyu mayhoş kamışlarıyla emer onlar. Sonra sakarmekeler gelir badi adımlarıyla. Ördek yolunu şaşırır önce. Ama sever de kuytuluğu. Peygamberdeveleri, pervane böcekleri arkadaki dağdan geçir sevişir eşleriyle. Sazan tohumu düşer, Allah’ın işi o. Çırpınırken koca kafa kurbağalar ilk balıkçı sandalının dümenine çakarlar.” (Hidroloji Mühim Mevzu - Ekmek ve Zeytin)


GÖZYAŞI: “Ona ağlamamasını söylemek isterdim. Çünkü birazdan ortalık kömür tozuna bulanacaktı ve yüzünden süzülen damlalar kirli izler bırakıp kayacaktı. Başlarda birkaç kez, ben de böyle koyuvermiştim ve yukarıya çıktığımda herkes anlamıştı. Çocuklara verilecek en büyük koz gözyaşlarıydı. Onlar ağlayan birinin her zaman daha fazla ağlayabileceğini bilirler. Bu bitmez bir eğlence gibidir.” (Tanrı Matematik Sever - Çiğdem Külahı)


GÜVERCİN: “Çatılarda güvercinler var!
Bir memleketin çatılarında güvercinler varsa saklı, gizli bir şey kalmaz. Onlar görür, izler, birbirlerine şaşkın şaşkın bakar. Sonra anlatırlar. Önce fısıltıyla, ardından yüksek sesle.
‘İnsanlar insanlar… konuşuyorlar, yürüyorlar. Evlerde sevişenler, dövüşenler. Sokakta vuruşanlar. Ekmeğimize tükürenler. Kediler aslan, köpekler melek, insanlar canavar hem de melek. İnsanlar çalışıyor, doyuyor, aç kalıyor.’
Şimdi sokağa gurulduyor onlar.” (Mısır’da Cuma - Ekmek ve Zeytin)

HELVA: “‘Dedem gitse de kırmızı helva alsam,’ derim. ‘Ahacık işte, istasyonun beyaz merdiveninin altındaki büfede satarlar kırmızı helvayı.’ Dedemden utanırım nedense, isteyemem. Oysa ben gidene kadar gitmez, bilirim.” (Düşaltı Beşiktaş Rüyaları - İzmir Postası’nın Adamları)

HİKÂYE: “Çöpe atılmış bulduğum bu üç fotoğrafa bakınca içimdeki o marangoz cücenin yeniden uyanacağını adım gibi biliyordum.
Kimdi bu adamlar, nerede, ne zaman yaşamışlardı? Hayatları boyunca kimleri sevmişlerdi, günahları, ayıp yanları nelerdi? Bu güzel fotoğrafları çöpe atan hoyratlık neydi?
Hiçbirini bilmiyorum. Ama hikâye için bunları bilmeme gerek de yok zaten.
Hayatın ağır geldiği ışıksız bir gecede otururken hepsi birer birer onları sakladığım kutudan çıktılar. Gerisi yazının koynunda duruyor.
Ama şunu anladım ki, niyetim sadece hikâye yazmak değil. Ona karışmak ve hikâye olmak da istiyormuşum meğer…” (Yazarın ihmal edilebilir sonsözü… - İzmir Postası’nın Adamları)

IŞIK: “Işık, kirli bir kedi yavrusuydu.
İnsanların ayaklarına varıp birikti.” (Baharda Bir Uzun Gün - Ekmek ve Zeytin)

 

İNCİR: “Tariş’in küçük bir fabrika satış dükkânı vardı. Eve incir ve zeytinyağı alayım dedim. Kış yaklaşıyordu. İçimden bir ses kış fena gelecek diyordu. Kuru incir vücudun sobası gibidir. Hem de insanın garibine yoldaş olur. Sütle cevizle tatlısı ne şahanedir üstelik. İncir benim kalbimi doyurur. O zaman mutfak masasının üzerine uzanır, elime dedemgillerin tek fotoğrafı -çerçeveli- alırım.” (Dev-Genç Suzi - İnsan Kendine de İyi Gelir)

İNSAN: “İnsan dediğin çok garip. Çok şahane, çok boktan.” (Mısır’da Cuma – Ekmek ve Zeytin)

İZMİR:
"Orada oturmuş her şeyi tersine değiştirebilir miyim, diye düşünüyordum. Bu mümkün müydü? Altımda çırpınan suya baktım. Dipteki midyelere, sağa sola kıvrılan yosunların arasında gizlenen küçük balıklara baktım. Çok çaresizdim aslında. Yine de ayıpladım kendimi. İzmir çok büyük geldi bana. Sokaklarında kaybolurum, diye düşündüm. Dizlerim yandı. Eğilip denize dokunayım dedim. Durdum. Bu şehir, parmaklarının ucunda sigara tutan bu sarı duman izi çok korkuttu beni. Eteklerinin arasından gelen tuz kokusu, zeytin çekirdeği kokusu duvar gibi yükseldi önümde. Deniz yine de iyidir, diye düşündüm. Süzüldüm, damla kadar oldum. Düşüyor gibiydim." (Yağmur Klarnet Sesinin Ardından Geldi - Çiğdem Külahı)

JANIM: “‘İç bence. Yoksa, ayık için cehennem olur sarhoş masası.’
O gece nasıl bitti, yatağıma nasıl gittim, bilmiyorum.
Sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyandım. Daha doğrusu, sıçradım. Çıplaktım ve göğsümde Douglas yatıyordu.
Çarşafa sarıldım, duvara yapıştım.
Gözlerini araladı.
 ‘Janıım,’ dedi, yine sızdı.
Koşarak banyoya gittim.
Banyo kapısında bir fotoğraf vardı: Gece, yatak, ben falan!
Altındaki notu okudum:
 ‘Eşek hep sağlam kazıkta olacak: Janım!’” (Janım, Ne Kadar Rezil Olursak… - Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi)


KALABALIK: “- kamu yönetimi ve fizik
Ayaklanmaya karşı koyma ve karşı ayaklanma taktikleri, Sahra Elkitabı
‘Kalabalığa karşı doğal yırtıcıların taktiklerinden ve beşerî tecrübelerinin birikimlerinden faydalanmak zaruri bir ihtiyaçtır.
Evvela şu bilinmelidir ki, kalabalık canlı bir organizmadır. Kendine mahsus kımıltıları, hareketleri ve fevri tavırlarıyla biriciktir. İhtiva ettiği sosyal sınıflar, statüler, cinsiyetler ve coğrafi tatlarla kalabalıklar birbirleriyle bir ve aynı olamazlar. Fakat şurası kesindir ki hepsi de gençtir. İsterse tamamı tekaüt ve yaşlılardan oluşsun, eğer meydana inmişler ve en az bir d(D)evlet engelini geçmişlerse artık o güruhun yaşı vasati yirmidir. Bu unutulmamalıdır. Coşku, bir olma aynı/bir/içinde/erime ve başarma hazzı gençleştirir, şirretleştirir, müdanasız ve küstah bir hamur haline getirir.
Bu hamuru lezzetlendirebilirsiniz. (bkz karşı boşalma taktikleri)
Bu hamur sizce pişmeyi reddedebilir. İçine giremezsiniz. Ondan biri olamayabilirsiniz. Çok bakirdir ve çok açıktır iç bakışları. İlk hamlede sizi hisseder ve tükürür. Ya da hazırlıksız yakalanmışsınızdır. Daire giderek büyümektedir. Kendince güzeldir, iç yakıcıdır. Kaç kişi varsa orada hepsi o anda âşık olmuş gibidir. En tehlikeli hal esneme gibidir. Aşk sirayet eder. Dağılmak ölümden beterdir. Dağılmadıkça tunçlaşır. Kendi güzelliğinin ve kıvrımlarının farkına varır: Ki en fenası bir kamu idaresi için.
O zaman işte durun. Sessizce otların arasına gömülün. Kulaklarınızı indirin. Kuyruk apış aranızda olsun ki sinir ve heyecanla sallanmasın ortada. Çeviği çekin. Atikleri gaz bulutunun arkasına saklayın.
Karanlık yapın ayı
Şehrin arka sokakları yeterli ama gücünüzün içinde ateşler yakın
Kalabalıktan olmayan tek tekleri bir araya getirin: düşmanın düşmanı -küçük ve korku içinde olsunlar-
Düşman kalabalık yorulmaya, eğlencenin tadıyla gevşemeye, acıkmaya, çiş için kaynamaya başladığında uçlarından hafifçe sökülmeye başlar: Mutlaka.
İşte tam o anda güçlü yumruklarla kalabalığın eteklerine vuran çevik erler heyecan ve korkuyla geri çekilirken çekilmeyi bilmeyen, şaşırmış ve yorulmuş parçalarını arkada bırakacaktır. Öteki çevik erler onları ana gruptan sökerek kovalamalı, arka ve karanlık sokaklara sürmelidir. Önceden alevlenmiş kalabalığa düşman tek erlerin içine savrulmalı bu koparılanlar…” (Giden Çocuklar İçin: Müfredat - Yüklük)

KELEPÇE: “Hayatın dirlik ve düzenliği için beş sabıkalı, beş kelepçe marifetiyle tenekede kilitliler birbirlerine. İnsanları hapsedebilirsiniz. Bu güvenli bir yol değildir. Bütün duvarların ve demirden perdelerin bir çatlağı bulunur. Ama insanı insana kilitlemek en iyi yol. Birbirlerini boğazlayamazlar. Çünkü kimse yanında bir cesetle yürüyemez. Yaralamazlar da birbirlerini. Aksayan adım diğerini bezdirir hayattan. En iyi yol mahkûmu mahkûma bağlamak. Zamanla sayıları yarıya iner. İki adamken tek bir soruna geri çekilir. İşte o açıkta kalan tek kişiyi de arabanın tavanındaki metal kirişe bağladılar. Böylece araba ile adam tek oldular. Bir oldular.” (Tanrı Bir Devlet Bir -Ekmek ve Zeytin)

KOKU: “Başka kanlar da var bu dünyada. Hem çok uzak hem çok yakın.
Oğul: Kıyamazlar sana. Kemiklerini istemiyorum. Kokunu olsun bulsunlar.
Koku kaybolmaz.
Saklanmıştır bir kaya dibine.
Gel, yarmayacağız bir daha tenini, derlerse çıkar değil.
Seni değil -incir çoktan gitti- kokunu geri isterim oğulcuk.” (O İncir Nerede Şimdi - Ekmek ve Zeytin)

LEYLEK:
“‘Gene bekleriz amcacığım. Allah selamet versin…’
Yok dede ya, olmaz artık. Bak tatil boyunca bir daha kestirmem ha! Yine Mohikanlara döndüm.
‘Bak efem, bu hayat çok fenadır. Şu altıncı dükkânı görüyor musun? Bunun babası Yunan zamanı bizi ihbar ettiydi. Babam dağda çete diye, dayımı dayaktan çıldırttılar. Sonra ne oldu? Zaferden sonra bunlar bir numaralı Halkçı Partili oldular. Sonra da Adaletçi. Hey gidi oku kırık dünya…’
Dedem yine de güler dünyanın bu haline. Eli elimde geri döneriz. Oram buram kaşınır. Ensemde berber pudrasının kokusu. Leylekler süzülür üzerimizden.
‘Bak efem, bilir misin, yine böyle leylekler uçardı o zamanlar…’
Leylekler uçardı. Onu bilirdim de hayatın geçeceğini bilmezdim. Her şeyi anlattın bana. Bir bunu belletmemiştin. Leylekler uçar, dedeler göçer. Bir daha geri gelmezler. Ama gelsen keşke. Ben vallahi razıyım hem alabros traşa hem Berber Mustafa’ya…” (Bir Alabros Öykü - İzmir Postası’nın Adamları)

LOKMA: “Nenem öldü. Lokmasını yaptılar. Sevim Teyze kollarını sıvayıp hamurun başına geçti. Beyaz lokma toplarını avuçlarında sıkıp fışkıran fazlalıkların göğsünü açtı. Halka halka kızgın yağa bıraktı usulca.” (Vesikalıklar - Kumrunun Gördüğü)

MAKİNİST DİKRAN:
“Dikran işte, namı diğer Makinist Dikran. Kırk yıl izbe, ışık salan küçük odalardan, makaralardan, gıcırdayan makinelerden, kesilmiş filmlerden, atılmış parçalardan sonra Ferah Sineması’ndan emekli. Şimdi kendi filmlerini çekiyor. Çektiklerini anlatıyor. Kimin umurunda. Kimsenin elbette.
O her gün, gördüğü, bildiği hayatı yeniden bozuyor, karelere ayırıyor. Ardından yeniden bir araya getiriyor. Sinema da bu değil mi zaten.
Dikran, ‘kanatları gümüş, küçük bir kuş’ işte.” (“Kanatları Gümüş...” - İzmir Postası’nın Adamları)

NAZİFE: “Nazife orospunun önde gidenidir derler ama inanmam. İyi kadındır, memelerindeymiş bütün suç, sonradan öğrendim. Onun çamaşırlarının arasına kendiminkileri mandallardım. Nazife’nin donu, çorabımın teki, Nazife’nin donu, çorabımın diğer arkadaşı. Don, don, don Allah don. Benim o kadar çorabım yok ki. Zaten don da giymem.
‘Gel aslanım. Akşamları gel yaslan bana. Tıklat kapımı. Vallahi ısırmam seni.’
Nazife hakikatli karı. Yoksulluk boynunun borcuysa o ne yapsın. O insan değil mi?
‘Gel yavrum. Deliysen sen insan değil misin?’
Düğünlerde para basarlardı Nazife’ye. Yağlı kâğıtlarını sokarlardı orasına burasına. Oynar, oynar. Zilleriyle çınlatırdı yüksek duvarları, çakıllı avluları, oradan öküz gözü taş döşeli yolları. Ağır ağır dönerdim. İzledim çok kere. Gırnatacı asılır, ağlatır havayı kel adam. Sanki dünyanın tüm acısını çeker içine, çeker sünger gibi; erkenden ölenleri, mavi bıçaklarla birbirini deşen delikanlıları, kuruyan toprağı. Çeker de öyle çalar kel. Nazife döner ağır ağır. İli elinde zil. Ağlatır beni oynarken.” (Peygamberdevesi Peynir Ekmek Yer - İzmir Postası’nın Adamları)

NUMAN: “Bu mahallede tekir kedilerin hükmü sürüyor. Kimsenin bilmediği zamanlardan beri en toramanları, en kulağı kesik hırçınları tekir oluyor genelde. Kiminin alnından burnuna kadar inen derin sıyrıklar var. Arada uzaktan gelen sarmana da üç renkli dişilerin bölgelerine girmesine izin veriyorlar. Böylelikle çiftleşme havuzları genişliyor, biraz renkleri kaysa da güçlü yavruları oluyor. Ama her şeye rağmen illa ki başta koca kafalı ve geniş enseli bir tekir oluyor.
Şimdikinin adı Numan.
Numan Çelikbilek. Soyismi olan tek tekir. Dedesinin de adı Numan’dı. Ama onun lakabı vardı. Uzun Kuyrukluların Numan derlerdi. Özellikle dişiler onun sırma kürklü ve yaldızlı tozlu kuyruğuna hayrandı. Torun Numan zamanında soyadı kanunu gelince kendine bu ismi aldı. Numan Çelikbilek.
Atıf Bey’in kömürlüğünde ikamet ediyor.” (Şimdi Ölmüyorum - Kumrunun Gördüğü)


OKUR: “Çok düşündüm, neden bunları yazdım, diye. Burada insanın vakti bol oluyor. Sonra anladım ki, hep var olduğunu düşündüğümüz bir okur için yazıyoruz hikâyeleri. Orada, bilmediğimiz bir yerde, cumbalı bir evde ya da apartman dairesinde, belki çocuklarını doyurmuş, çantalarını hazırlamış, yakalarını, önlüklerini takmış, sonra iki gözlerinden öpüp uğurlamış biri için yazıyoruz. Sabahların hayhuyu geçtikten sonra ferahlayacak. Belki de koşarak işe gidecek. İncire ya da tütüne. Yolda, Selçuk vapurunda iskele tarafına, bahar güneşine oturup kitabını açacak. Bizim hikâyemizi okuyacak. Mesut olacak ve huzurla saçlarını geriye atacak. Sonra da çaycı çocuğa gülümseyecek. Ha? Olmaz mı? Belki de biz işte onun için, bizi seven sadece bir okur için yazıyoruz bütün bunları.” (“Fazla Heveslenme Sen Buraya!” - Yüklük)

ÖLÜM: “İçeriye girdi Ergun.
Adam eliyle otur dedi.
Oturdu.
‘Hayat nasıl bir şey, biliyor musun?’ dedi adam. Mesela toprağı belledin ya. Eğer hiçbir şey değişmiyorsa. Yani bahçe aynı kalıyorsa, tezek, böcek, taş aynen senin dediğin gibi bekliyorsa o hayat işte. Ama değişiyorsa. Çiçek çıkıyor, ot büyüyor, arı geliyor, güneş çıkıyorsa o zaman olmuyor. Bir şeyler değişiyorsa o ölüm işte. Her şey değişince ölüyor insan.” (“Ağır” Zamanlar - Cazibe İstasyonu)

ÖYKÜCÜ: “‘Abi,” dedim. ‘Anneniz Mediha Hanım, en çok ‘Kömür’ öykünüzü severmiş. Öyle mi?’
Daldı gitti.
Benim annem en çok hangi öykümü sever acaba. Ben ölmeden sorsam mı acaba?
Vüs’at Abiyi bir sonraki trene bindirdim.
‘Benim iş 2046 filmine benzemesin evlat,’ dedi.
Vay be! Öykücü dediğin böyle olur işte. Nerede olursa olsun güzel filmleri, oyunları izler.” (Dostumuz Yaşamasız, Kömürümüz Kara - Yüklük)

PEYNİR: “Sen uyandın. İki gün çok ağladın. Anamdan gördüydüm. Göğsüne dayıyordu seni ağlayınca. İki gün göğsüme dayadım. Ama susmadın. Sonra sardım seni sofra bezine. Komşumuza geçtim. Orada büyük kadın Goê yatıyor minderin üzerinde. Dedi, beni de bıraktılar. Dedi, sizi de mi bıraktılar. Dedi, ertesi güne ölürüm, şu peyniri ye sen. Sonra kardeşinin ağzına damla damla tükür. Birazını da sen yut. Dedi, dereyi takip et, o seni Pir Hesen’in yanına götürür. Dedi, orada insan varsa kurtulursunuz. Yoksa görüşürüz nasılsa. Ben Goê’nin gözlerinden öptüm. Su verdim ona. Peynirin de yarısını bıraktım. Dedi, bırakma sakın, gözüm görmüyor ama kokusu geliyor bana. Ben dedim, dereye bizi Pir Hesen’e götür. O dedi, tamam. Ama benden bir taş al, ne olur ne olmaz. Belki göremem bir daha sizden birisini. Ben ondan taşı aldım. Ayaklarım kanayınca sofra bezini çözdüm. Ayaklarıma bağladım. Seni iki elimle göğsüme bastırdım. O zaman sustun sen. Göğsüm acıdı çünkü. Dedim, bu kar benden mi düşüyor? Dedi, ben kar değilim, ben sütüm.” (Herkes Ana Kuzusu – Cazibe İstasyonu)

RAMAZAN: “Ramazan yine bana habersizce geliverdi. Aslında evdeki telaştan anlamam gerekirdi. Ama işim gücüm sokaklarda sürtmek olduğu için bunu atlamıştım herhalde. Annem bir ikindi vakti elime koca çinko tabakta maydanozlu, peynirli, yumurtalı pide içini tutuşturunca anladım; bu akşam ezan beklenecek ve saati gelince yemek yenecekti.
Pidesi, gelin kız helvası, şerbeti, tatlısı güzeldi de, ramazan ayının iki sıkıntısı olurdu benim içim. Birincisi bu pide mevzuu. Neredeyse her gün akşama doğru mahallenin fırınının önünde, evde hazırlanan malzeme ile pişen pideleri beklemek gerekiyordu. Özellikle yukarı mahalleden gelen toraman çocuklar sıra kapar, önüne geçer, itiraz edecek olsan fırının odunluğunda bir güzel tokatlarlardı. Üstelik fırıncı İbram Usta’ya bunları şikâyet etmenin de faydası olmazdı. Çünkü şişe dibi gözlükleriyle ve de orucun başına vurmasıyla eline aldığı uzun küreği haklı haksız hepimizin kafasına iniverirdi. Hepsini atlatsan, bu kez yeni çıkmış pidenin sıcaklığı gazete kâğıdı falan dinlemez, eve kadar insanın elini yakar, koştur koştur ter içinde kalırdım.
Diğer dert de top sesini dinlemekti. Bizim mahalle biraz kenarda olduğu için top sesinin duyulması sorun olurdu. Komşular pencereden birbirine sorar; bir türlü emin olunamaz, en sonunda en küçük ben olduğum için içimden ana avrat küfrederek ve mübarek günü mundar ederek köşeye kadar koşturmam gerekirdi. Orada aşağıdaki caminin ışıklarını gözlerdim.” (Artık Kim Gider Teraviye - Çiğdem Külahı)


SAİT ABİ: “Ezcümle, burada bahar var!
Bahar olunca hikâye de oluyor işte.
Ayfonum patlayınca kalkıp yürüdüm. Kordon’dayım.
Çocuğun biri, “Abi kasketine kâğıt yağışmış,” dedi yanımdan geçerken.
Baktım -kasketim de varmış bu arada benim- gerçekten bir not var.
Dalgakıran’dayım.
Atla gel.
Sait Faik
Baloncu geçti yanımdan. Kazanında mısır haşlayan bir amcaya sordum.
‘Şurada sandallar var. Birine rica et, götürür seni.’
Balıkçı kafa dengi çıktı. Sait Abi’yi tanıyormuş.
‘Eline olta alıp bir defa sallamadı. Ama nerede ne çıkar, adı gibi biliyor. Sürü geçerken hissediyor. Gülümsüyor, sigara yakıyor. O zaman işte hepimiz gösterdiği yere atıyoruz oltaları.’
‘Ne zamandır burada?’ diyorum.
‘Vallahi geçende konuştuk bunu aramızda. Kimse hatırlayamadı. En yaşlımız Hüseyni Baba var. Onun çocukluğunda da görünürmüş buralarda.’
Gülümsüyorum.” (“Fazla Heveslenme Sen Buraya!” - Yüklük)

SUÇLULUK: “Suçluluk dünyanın en ağır prangası olmalı. Boyundan ayak bileklerine bağlı görünmez bir zinciri var onun. Yaşarken atılan her adım onun paslı dişlerine takılıyor. Ağır ağır yırtıyor teni. Yeşil bir salya akıyor ondan. Zehirli ve çürümüş et kokuyor.” (Sumru Bu - Alnı Mavide)

SUMRU: “ Hayatımın meselesini çözdüm. Meğer mutluluk öğlenleri sumru beslemekmiş benim için. Sumru kelimesi Arapçadan geliyormuş. Sim, yani gümüş ve ru, yani yüz köklerinden türemiş, gümüş yüzlü anlamında.
Sumru kadın adı dite etrafıma toplaşanların hepsine kadın ismi verdim.
Mefaret Abla en büyükleri. Gevrekleri atmaya başlayınca diğerlerinin tersine tepemde uçmuyor. Aşağıda bekliyor. Yukarıda lokmaları kapmak için tepişenlerin düşürdüklerini denizin yüzünden topluyor. Biraz üzgün gibi geliyor bana. Sanki bıkmış bu hırgürden.” (Sumru Bu - Alnı Mavide)

SÜNGER: “Kapı açıldı. İçeriye ışık düştü. Sesler ve kokular doldu.
İki dünyayı ayıran kapı açıldı.
İki adam girdi. Eşikte ayakkabılarına galoş geçirdiler. Kemerlerini çıkarıp yarıya kadar bileklerine doladılar.
Çocuk onlara bakmadan duvara doğru döndü. Tırnaklarıyla duvardan kopardığı sünger parçalarını ağzına tıktı.
‘Sakın dilini ısırma! Sakın dilini yaralama!’ dedi içinden.” (Bu Sene Her Şey İyi Olacak - Yüklük)

 
SERÇE:
“Şehrin bütün serçeleri ölmeye başladı. Balkonu kova kova suyla yıkamış, eteğini bacaklarının arasına sıkıştırmış, elinde sigarası, karşıcı gelen sürüyle yelkenliyi izlerken bunu düşündü. Ah, serçeler! Lokma kadar kuşlar. Kanatlarını açıp gözlerini kısıyorlardı. Kimsenin bilmediği acılarını gagalarında taşıyan o günahsızların böyle ansızın ve nedensizle sokaklara, bahçe boylarına, çeşmelerin yalaklarındaki su göllerine, hatta bahar sabahı temiz hava girsin diye açılmış, tüllerin büyük bir itinayla gidip geldiği, efendi rüzgârın başını soktuğu pencere pervazlarına soğuk yürekleriyle düğüp yığılmaları büyüyen bir yağ lekesi gibi herkesi ve her şeyi emiyordu. Aşağıdan sütçü geçti. Bu da son atlı arabaydı herhalde. İhtiyar beygir başını kaldırdı da söylendi ona doğru. ‘Ölüyorlar, ölüyorlar…’ Sigarasını paslı korkulukta söndürdü.” (“Belki… - Kumrunun Gördüğü)


TREN: “Trenler olmasaydı bu kadar yalnız kalmazdım. Kalbimi ve anılarımı bıçak yarası gibi ayırmasaydı raylar, sabahları daha sessiz uyanabilirdim…
Mavi kuşaklı, toz ve köy kokan Gördes Birlik otobüsünün Dingiller Köyü’nü geçerek ulaştığı son düzlüğün sol yanından akan ve Spil Dağı’na kadar yorgun duvar yazıları gibi uzanan Akhisar ovası, tren demektir. Yağmur laciverdi üniformaları ve kırmızı şeritli şapkalarıyla çocukluğumun tren askerlerinin ülkesi başlar Akhisar’ın çarşı ekmeği kokan kavşağında.” (Düşaltı Beşiktaş Rüyaları - İzmir Postası’nın Adamları)

UŞAKLI FARUK: “Kavaklara gelince durduk. Ahmet çeşmeden su içerken uyudu. Başını sudan çıkardım. Derin derin nefesler aldı.
Tepeye o kadar az kalmıştı ki bisiklet tamircisini gördük.
Tabelasında şöyle yazıyordu: Uşaklı Faruk. Son Bisikletçi.
Çay koydu kendine Faruk abi. Elleri yağ içindeydi.
‘Siz içmezsiniz biliyorum, ‘dedi.
‘Ben tepeyi aşacağım Faruk abi,’ dedim.
‘Gördes’e gitmem gerek.’
Ahmet dizime başını koymuş, kendinden geçmişti yine.
‘Olur. Orası kolay. Tepeyi aşarsın, Gördes ayaklarının altında.’
‘Abi,’ dedim. ‘Sen annemin adını biliyor musun? Ya da yüzünü? Saçları nasıldı, gözleri? Gülerken dişleri görünür müydü ağzından? Yaşlı mıydı acaba senin gibi. Hâlâ yaşlı mıdır ya da?
Uşaklı Faruk baktı bana.
‘Hâlâ yaşlıdır. Hâlâ hayattadır annen. Çünkü sen onu hâlâ arıyorsun.’
‘Ben aradığım için mi annem hayatta,’ dedim.
‘Yok,’ dedi. Annen seni arıyor aslında. Durmadan hem de. Her yerde kayıp oğlunu soruyor. Her kapıya gidiyor. Ahmet’in anası ya öldü, ya da vazgeçti. Umudu kalmadı. O yüzden Ahmet başını koyduğu yerde uyuyor. Tıpkı ötekiler gibi.’” (Gelen Evrak: 28.02.2012.TEM:1245/89 – Cazibe İstasyonu)

ÜŞÜMÜŞ KEDİLER ZAMANI: “ Üç… Üşümüş Kediler Zamanı
Yine kendinden önce kokusu geldi.
Sıcak sacın üzerinde kıvranan mandalina kabuğu gibi arsız, kahve sinmiş bakkal amca elleri gibi hesapsız duruverdi karşımda.” (Düşaltı Beşiktaş Rüyaları - İzmir Postası’nın Adamları)

VÜS’AT ABİ: “Bana kızacak kesin, diyorum içimden.
‘Konuşmak için beni buraya çağırman şart mıydı?’ diyecek. Kesin!
‘Hava buz gibi, paltom da eskidi artık.’ Bunları da bir ihtimal diyecek. 
Ama eminim, ‘Burası şart mıydı?’ zılgıtını çekecek. Okuduklarım beni şimdiye kadar hiç yanıltmadı. Huysuz ama esirgeyen birisi o. Tıpkı dedem gibi.
‘Deden mi?’
Bunu ona söylemeyeceğim elbette. 
Sonunda Ege Ekspresi’nin sesi duyuluyor. Kara dumanlar, karakargalar ve kara kıvılcımlar çıkıyor. Uzun uzun çığlık atıyor marşandiz. 
‘Ben çıktım,’ diyorum.
Nenem arkamdan sesleniyor.
‘Kıymalı pişi yapıyorum. Misafiri de getir.’
Hah, buldun sen gelecek adamı! Hayatta istemez habersiz misafirlik. Ben bilmem mi Vüs’at Abiyi. Bilirim. Okudum bütün öykülerini. Romanın arkasına saklanabilir yazarlar. Trençkotla siste yürüyen insanlar gibi. Vücut kıvrımlarını göremezsiniz. Sadece gittiği yönü anlayabilirsiniz yazarın. Ama öykü öyle değil işte. En sevdiğiniz öyküyü usul usul yeniden okuyun. Yazarı sizden gözlerini kaçırmaya uğraşacaktır. Ama nafiledir bu da. Bir sarraf tartısı gibi anlarsınız onun kıymetini.
Dedemlerin evi Gara çok yakın Allah’tan. Koşarak iki dakikaya tantanların oraya varıyor insan. Tantan deyince Cevat Abi’yi anmadan olmaz. Yüz yıldır tren yoluna çıkan hemzemin geçidi açıp kapıyor. Dedem, ‘Ölünce, Tren Yolları mezarını oraya kazacak bunun,’ diyor. Hiç dişi yok. Arada nohut ekmeği götürüyorum ona. Gülüyor.
Yanından geçerken yine güldü.
Nefes nefese Gara giriyorum. 
Aha işte karşımda, gri paltosu ve aynı renk atkısıyla –hep uyumlu giyinir- sigarasını yakmış.
Vüs’at Bener!
‘Abi hoş geldin.’
Sigarasından derin bir nefes alıyor. Etrafına bakıyor. Evet, hazırlandı işte.
‘Evlat, burası neresi?’
‘Akhisar Garı abi.
‘Konuşmak için beni buraya çağırman şart mıydı çocuğum.
Evet, işte bu!
‘Üstelik kış kıyamet. Yağmuru da hiç sevmem. Hele böyle sinsi, için içini yağanı. Kasabaları alır içine bırakmaz günlerce. Bak paltom da rahmetlik benim gibi.’
Gülümsüyor burada. Biliyorum ben bu işi. Geçti işte huysuzluğu.
‘Hem trenleri sevdiğimi nereden çıkardın da İzmir bileti aldın bana.’” (Dostumuz Yaşamasız, Kömürümüz Kara - Yüklük)

WERNICKE-KORSAKOFF: “Denge bozukluğu, göz bozuklukları, kaslarda istemiz kasılmalar, hafıza kaybı, öğrenme ve belleğe kayıt bozukluğu, el v ayaklarda uyuşma ve yanmalar, yanan ayak sendromu gibi yakınmalar. İleri derecelerde beyinde hücre ölümüne bağlı olarak kalıcı hafıza kaybı ve kayıt bozukluğu, unutkanlık, yürüme bozukluğu, kendi başına hareket edememe ve hatırlayamama. Uzun süreli açlık grevlerinde ileri derecede beslenme yetersizliğine bağlı genel durum bozukluğu.” (Sarı Rüya Defteri - Kumrunun Gördüğü)

YARA: “Baktım evimde. Yaralarını iyileştirdim. Yara diyorum, oğlum Cemo. Kabuk bağlayandan değil. İçteki yaradan konuşuyorum. En zorundan. Adamı imamın salıyla götürenden. O ağladı; ben dinledim. O söyledi; ben ‘geçecek’ dedim.” (“Bürrsst - Alnı Mavide)

ZAMAN: “Zaman demiştim ya. Geçiyor işte. Pamuk helva gibi. Tadı dilimde. Kırmızı. Zamanın tadı kırmızı. Gördüm onu ben. Bu sabah hem de…” (Düşaltı Beşiktaş Rüyaları - İzmir Postası’nın Adamları)

ZELDA: “zelda uçtu geldi. ağzında ince çizgisi göğsünün yığınla çiçek, yığınla ekmek fırını birkaç mezar aramızda. ‘manolya’ o tenin ıslak eğiminde duruyor. esneyen bir bahar geliyor şimdi. sokağın bütün kumruları sustalı. zelda dudağından kasığına kadar kesik.” (Bitti: Arka Bahçede Kumru – Kumrunun Gördüğü)

 

 

 


 

 

 

* İpekli Mendil yazarlarının hazırladığı siteye ve daha fazla içeriğe ulaşmak için tıklayınız.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.