Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Edebiyat ve hukuk




Toplam oy: 1077
Yeni gündem maddeleri çerçevesinde hukuk, tartışılmaya hep devam edecek gibi duruyor. Öte yandan edebiyatçı hiçbir zaman, "Toplumsal hayat şöyle düzenlenmeli, hukuk normları bu biçimde oluşturulmalı," demeyecek belki ama edebi yapıtlar nelerin insanı insanlıktan çıkardığını, karakterlerin nasıl aşındığını, farkında olmadan nasıl bir dünya görüşünü içselleştirmeye başladığımızı görmek isteyenlere –bunlara hukukçular da dahildir elbette– her zaman kılavuz olacak.

Her gün yeni bir vesileyle hukukla ilgili bir konu gündeme geliyor ve ateşli bir biçimde tartışılıyor. Bazen bir mahkeme kararı oluyor tartışılan, bazen bir siyasinin hukukla ilgili beyanı, çok zaman hukukun yokluğu ya da kamuoyunun bir bölümünde mahkemelere olan güvenin ne ölçüde sarsıldığı... Mesela bu yazının yazıldığı günlerde ülke gündemi, avukatların adliyelere nasıl gireceğinden Soma Katliamında hukuki sorumluluğun kimde olduğuna, başkanlık rejiminden seçimlerin güvenliğine ucu hukuki meselelere doğrudan değen konularla meşguldü. Yazı yayımlandığında gündem değişmiş olacak belki de ama yeni gündem maddeleri çerçevesinde gene hukuk tartışılmaya devam edecek.

 

Bu durum yeni de değil doğrusu; bu tartışmalarda “hiç bu kadar” sözünün sıklıkla sarf edilmesine bakmayın, arşivler bugün tartıştıklarımızın benzerlerinin en azından 1980’lerden bu yana tartışılageldiğini gösterecektir. Peki, hiç mi fark yok; elbette var. Tartışmanın taraflarının bu kadar zıt tezler ileri sürmeleri galiba yeni ve farklı bir durum. Öyle ki, taraflardan birinin ülkeyi baskıcı bir rejime, hatta faşizme götüreceğini iddia ettiği yasal düzenlemeler için öbür taraf “demokratikleşme yolunda bir adım” gibisinden şeyler söyleyebiliyor. Memleketimizde pek seviliyor olsa da, “bu meseleyi uzmanlarına bırakalım” demek de mümkün değil, çünkü aynı konuyu televizyonda tartışan iki hukuk profesöründen birinin söyledikleriyle öbürünün söyledikleri de taban tabana zıt. Sanırım hukuka güvenin sarsılmasında önemli bir etmen de bu.

 

Hukuka ve hukukçulara duyulan bu güvensizlik edebiyatı değersiz gören bir okur tavrını akla getiriyor. Bazı okurlar, bilirsiniz, özyaşamöyküsü okumayı roman okumaya yeğlediklerini vurgulamayı pek severler. Bir başkasının hayal dünyasının umurlarında olmadığını, özyaşamöyküsü ya da anı okuduklarında gerçekten yaşanmış deneyimlerin bilgisini edindiklerini belirtirler. Bu anlayış, “Şair sözü elbet yalandır” dizesinin güncellenmiş hali olarak görülebilir. İşte, hukuk tartışmalarıyla ilgili de giderek böylesi bir noktaya gelinmekte – çoktan gelindi belki de. Çağdaş bir şair, bugün Fuzuli’yi telmihen “Aldanma ki hukuk(çu) sözü elbet yalandır” dese ziyadesiyle popülerlik kazanabilir.

 

Bir ucu siyasi tartışmalara da değen konular, tamam, ama günlük hayatta da mahkeme kararları çok sık eleştirilir; öteden beri en çok da yasa maddelerinin esnek oluşundan dert yanılır. Bütün mesele sanki yasaları hazırlayanların dile yeterince vâkıf olmamalarıymış gibi, yasaların daha iyi yazılmış olması halinde sorunların büyük ölçüde çözüleceği fikri de sıkça ileri sürülür. Elbette, hukukçuların işlerine geldiği için yasaları esnek biçimde kaleme aldıkları da eklenir bu sırada.

 

Edebiyat ve hukuk arasındaki ilişkiden, yakınlık ve/veya uzaklıktan söz etmeye her ikisine yönelik böylesi olumsuz bir yargıyla başlamak hoş değil, ama memleketin hali ahvali böyle. Sanırım, bu yargıyı besleyen asıl neden bu iki uğraşın “söz”le ilişkisi. Edebiyatçılar da, hukukçular da “söz cambazı” olarak görülürler. Buna katılmasak da bu iki uğraşın “söz”le bir ilişkisi, bir derdi olduğunu da yadsıyamayız. Hukukçu, akışkan ve değişken toplumsal hayata sözcüklerden oluşan hukuk normları aracılığıyla bir düzen vermeye çalışırken edebiyatçının insanı anlama ve ifade etme çabasında sözcüklerden başka malzemesi yoktur. Bu noktadan sonra, hukukla edebiyat arasındaki temel ayrım ortaya çıkar. Sözcükleri nasıl bir söylem için bir araya getirdiklerine baktığımızda hukukla edebiyatın arasındaki ayrımı, uzaklığı görebiliriz.

Temel ayrım, sanırım, edebiyatın insanın, insanların hikayelerinin peşinde olmasından kaynaklanıyor; hukuksa tekil hikayeler hakkında hüküm verebilmek için olası hikayelerin –içerdiği ayrıksı hallerle birlikte– tamamını kuşatacak genel kurallar koymayı amaçlar. Oysa tekil bir hikayenin peşinden giden edebiyat hukukun sabitlemek, her zaman ve her yerde aynı anlama getirmek istediği sözü açmak, genişletmek, çoğaltmak, yeni anlamlar katmak içindir. Hukuk çelişki sevmez, gördüğü yerde çelişkileri bertaraf etmek isterken, edebiyat çelişkileri kışkırtıp bu çelişkilerden yeni anlamlar doğmasına ebelik yapmayı, en azından böylesi ihtimaller bulunduğunu unutturmamayı arzular.

 

Hukuk, tekil insanı genel ve soyut normlar içerisinde değerlendirir. Yasalar genel işlemlerdir, belirli bir statü içerisindeki herkes için düzenlenmiş kodifikasyonlardır; edebiyatsa insanın bir başkasından ayrıldığı noktaların peşindedir. Benzer biçimde, hukuk saikle ilgilenmez, eylemle ilgilenir. Hukukun odaklandığı öncelikle eylemdir, istisnalar dışında eyleme giden yol önem taşımaz; edebiyatsa esas olarak bu yoldaki uğrakları, kişinin halini, saiklerini, onu etkileyen etmenleri didikler. Hukuk insanın neyi neden yaptığının değil, ne yaptığının ve bu yaptığının ne gibi sonuçlar doğurduğunun yanıtını ararken; edebiyat, tam tersine, insanın ruhsallığının ve yapıp ettiklerinin derinindeki dinamiklerin peşindedir. Bunun doğal sonucu olarak edebiyatçı, insanı yargılamak yerine anlamaya çalışır. Raskolnikov, hukuk nezdinde kriminal bir kişiliktir, edebiyatsa Raskolnikov’un kriminal yanıyla ilgilenmez. Raskolnikov’un kişiliği kadar, yaşadığı zamanı ve mekanı sorgular. Dolayısıyla, bir yargılamadan söz edilecekse, edebiyatın yargıladığı Raskolnikov değildir, Suç ve Ceza’da yargılanan bütün bir toplum ya da zamanın ruhudur.

 

Hukuk normları sonuç olarak soyuttur, çıkarları çatışan insanların ya da insanla devletin ilişkilerini düzenlemek için yaratılmıştır. Böylesi “ulvi” görevlere adanmış edebiyat yapıtları olmakla birlikte, edebiyat esasında insanın başkasıyla olduğu kadar kendisiyle çatışmasını da didikler çoğunlukla. Bu gibi çatışmalara bir düzen vermekten çok, yeni çatışmaları kışkırtır, düzensizliğe eğilimlidir. Soyut bir düzen fikrinden çok düzensizliğin olgusal, somut haliyle ilgilidir. En azından “düzen”in kurgusallığının farkındadır edebiyatçı. “Düzen”in kalıcı değil anlık ve arızî olduğunu, “düzen”deki geçiciliği, sahteliği, yapmacıklığı gözler önüne serer. Hatta diyebiliriz ki hukuk, konuyu toparlamaya, kurallara bağlamaya çalışırken, edebiyat konuyu dağıtma eğilimindedir.

 

Edebiyatın edebiyattan yargılanması




Belki edebiyat eleştirisinin kurmaca edebiyata nazaran hukuka bir parça daha yaklaştığı düşünülebilir. Türkiye’de edebiyat ve yargı kelimeleri yan yana daha çok ceza davaları bağlamında bir araya gelir, oysa edebiyat eleştirisi de edebi metnin edebiyat içinden yargılanmasıdır. Ne var ki edebiyat eleştirisinin, hukuk kuralları gibi her yapıt için uygulanabilecek genel normları, ölçütleri yoktur. Böylesi bir edebiyat eleştirisi hem eleştirinin hem de edebiyatın yaratıcı yanını yok eder. Edebiyat eleştirisi, her yapıtın “biricik” olduğunu hiçbir zaman göz ardı etmez. İnsanlar da benzersiz varlıklardır, ama hukuk nezdinde alıcı, satıcı, sanık, mağdur gibi kategorilerin içerisinde biriciklikleri pek de düşünülmeden değerlendirilirler. Edebiyat eleştirisi, neredeyse yazılan her yeni eserle yeniden kendisini de sorgulayan, dönüştüren bir dinamizme muhtaçtır. Geçmişte ortaya konmuş eserlerden yola çıkılarak oluşturulmuş ölçüt ve ilkeleri vardır, ama hiçbir zaman bu ilke ve ölçütleri daha sonra yazılmış eserlerin mutlak suretle uyması gereken çerçeveler olarak değerlendirmez – böyle bir yaklaşım edebiyatı bir kafese kapatmak, onu statik bir duruma mahkum etmektir. Eleştirinin ilke ve ölçütleri yeni yapıtlar, yeni biçim, eğilim ve yaklaşımlar ortaya çıktıkça değişip dönüşür.

 

Bu noktada edebi yargı ile hukuksal yargının konularına yaklaşırken sordukları sorular da hiç yakın sayılmazlar. Hukuk bir davranışın normlarla belirlenmiş sınırlar içerisine girip girmediğini sorgularken, edebiyat eleştirisi ele aldığı metnin neden kendisinden önceki edebi metinlerden farklı şekilde yazıldığından yola çıkarak, bu yeni formun edebiyata yeni bir anlatım tarzı getirip getirmediğini ya da bu formun ne anlama gelebileceğini araştırır. Edebiyat eleştirisinin yaptığı salt bir yargılama değildir üstelik. Edebiyat eleştirisi önündeki metni anlamaya çabalar, onun anlam kodlarını bulmaya, bu uğurda yeni anlamlandırma düzlemleri oluşturmaya çalışır. Hukuki yargılamalarda böylesi çabalar baştan, mevcut hukuk düzeninin dışına çıkmak, bir anlamda dalalet olarak görülür. Edebiyat eleştirisindeyse bunu yapmamak kusurdur.

 

Hukukta da yasalar ve normlar değişir elbette, yasa koyucular zaman zaman mevcut hukuki düzenlemelerin iktisadi-toplumsal hayattaki gelişmelerin gerisinde kaldığını saptadıklarında ya da teknoloji alanında ortaya çıkan yeniliklerin yasal zeminini oluşturmak için yeni duruma uygun normların yürürlüğe girmesini sağlarlar. Bu değişim çok uzun bir sürecin sonunda gerçekleşir. Edebiyat eleştirisi ya da estetik alanında da yeni eleştiri yöntem ve ilkelerinin görünürlük kazanması kısa bir zamanda gerçekleşmez, ancak bu alanlardaki değişimin en azından tartışılabildiği ana akımın dışında mecralar her zaman mevcut olmuştur. Alternatif eleştiri okulları yeni fikirlerini, bu fikirler ışığında yaptıkları değerlendirmeleri (“yargılamaları”) dergilerde, kitaplarda konuyla ilgili çevrelerin tartışabileceği sair ortamlarda ortaya koyabilirler. Bir kez ifadesini bulduğunda elbette bir norm halini almaz bunlar, ama bir biçimde yürürlüğe girmiş, daha sonraki değerlendirme ve tartışmalarda göz ardı edilemeyecek bir önerme halini almıştır.

 

Hukuk nosyonu, edebiyat sezgisi




Hukuk eğitimi alanlara da, hukukçuluk mesleğini icra edenlere de zaman zaman, bütün yasaları bilip bilmedikleri sorulur. Bu soru, bir edebiyatsevere kütüphanesindeki bütün kitapları okuyup okumadığının sorulmasına benzer. Elbette, her iki sorunun yanıtı da olumsuzdur. Hukuk eğitimi sadece hukuk kurallarının öğretilmesi değildir. Hatta daha çok “hukuk nosyonu”nun öğretilmesi amaçlanır. Hukuk nosyonu insanın çözümleme yeteneğini geliştirir; ilk bakışta ilgisiz gibi görünen olgular ve kurallar arasındaki ilişkileri görebilmeyi sağlayan bir bakış açısı kazandırır. Hukuk eğitiminin aynı zamanda insanlara adalet, hak, özgürlük gibi evrensel konularda da derinlemesine bir görü kazandırmayı amaçladığı varsayılır. Edebiyat, insan, dünya ve hayatla çok yakından ilgili olduğu için bunlardan uzak düşünülemez.

 

Mesleği hukukçuluk olan ya da hukuk eğitimi almış yazarlar hiç az değildir; aralarında mesleğinin izini eserlerinde görebileceğimiz yazarlar olduğu gibi, diyelim yıllarca hayatını avukatlık yaparak kazandığını duyduğumuzda çok şaşıracağımız isimler yer alır. Oktay Rifat avukattır mesela, ama şiirlerinde onun mesleğini bize hissettiren dizeler, söyleyişler, yaklaşımlar bulabilir miyiz? Ya da Demir Özlü’nün, Vüs’at O. Bener’in hikayelerinde? Oysa Necati Cumalı’nın kimi eserleri doğrudan mesleğinden izler taşır. Edebiyatla ilgili hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da bir genelleme yapmak doğru olmaz. Grinin pek çok tonu var. Şair-yazar Akif Kurtuluş’un Mihman ve Ukde romanlarında avukat ve hâkim roman kahramanları seçmiş olması, elbette rastlantı değildir, ama bunun nedeni Kurtuluş’un mesleği değildir, romanda tartıştığı konuların daha net ortaya konabilmesi için kahramanlar arasında hukukçular bulunmasını yeğlemiştir. Özellikle Ukde’de Osmanlı Ermenilerinin başına 1915’te ne geldiği sorusundan yola çıkarak böylesi kıyımlarda suçun, suçluluğun, vicdanın, sorumluluğun ne olduğu meselesini tartışırken işin içine bir hâkimi katması romanın anlam dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Yine de hukuk ve edebiyat arasındaki bağı, gerilimi, ilişkiyi görme çabasında yazarların meslekleri bahsini abartmamak gerekir.

 

Edebiyatçının dünyaya ve insanlara bakışında ihtiyaç duyduğu önemli bir perspektif de özgür irade-zorunluluk gerilimidir. İnsanların eylemlerinin neden ve saiklerini derinlemesine bir bakışla tartabilmek için bu eylemin iradi bir seçim mi olduğunu, yoksa bu eylemin ardında o kişiyi böyle davranmaya mecbur bırakan zorunluluklar mı bulunduğunu sahih biçimde görmek, tartmak gerekir. Hukuk nosyonu edinmek, bir yanıyla da bunu görmeyi ve tartmayı öğrenmektir. Evet, bir yanıyla felsefenin alanında bir tartışmadır bu, ama bu konu daha çok hukuk felsefesinde derinlikli olarak ele alınmıştır. Edebiyat ile hukuk arasındaki bağ, irade-zorunluluk gerilimi tartışıldığında karşılıklı bir etkileşim halini alır. Özgür irade-zorunluluk gerilimi öteden beri edebiyatçıların da üzerine eğildikleri bir konudur. Bunun sonucunda, bu konuyu tartışan hukuk felsefecileri de sıklıkla edebiyat eserlerinden yola çıkar, onlardan örnekler verirler, “somut bir vak’a” olarak edebiyat eserleri ya da edebi kişilikler üzerinden tezleri kurar ve tartışırlar.

 

Bununla birlikte, edebiyatçının bakış açısı herhangi bir mesleki, akademik eğitimle edinilmekten çok, edebiyat yapıtları aracılığıyla kazanılan bir bakış açısıdır. Neyi, nasıl yazacağını belirleyen kimi zaman bilgi değil sezgidir üstelik. Bilgili yazarlardan çok bilge yazarlardır kalıcı yapıtları kaleme alanlar. Sezgi yeteneği ve/veya bilgelikse insanın doğuştan gelen yeteneği ya da niteliği değildir, yaşayarak gelişen şeydir. Hukuk pratiğinin içerisinde yer almak, insanı çok farklı insanlarla, kesimlerle, sorunlarla yüz yüze getirir. Bu yanıyla hukuk pratiğinde yer almak hiç kuşkusuz edebiyatçılara sayısız imkan sunar. Bu imkanların farkına varabilmek ve bunlardan yararlanabilmek için gerekense hayata, topluma ve insanlara geniş bir pencereden bakabilmektir. Hayata sürekli olarak katı biçimde, “olması gereken”in penceresinden bakan, “olan”ı görmek, anlamak istemeyen biri bu fırsatı tepiyordur. Ne yazık ki hukukçuların “olması gereken” penceresi biraz daha açıktır genellikle. Bu noktada edebiyat pratiğinin hukukçulara kazandırdıklarından söz etmek gerekirse, edebiyat pratiğinin –sadece yazma anlamında değil, okuma anlamında da– bu mesleki deformasyonun ilacı olacağı söylenebilir.

 

Değişim ve kriz



Hukuk normları değişmez değildir. Toplumsal hayatın dinamizmi karşısında hukuk kurallarının değişmesi kaçınılmaz olur. Böylesi değişim dönemleri edebiyatçıları da kışkırtır. Edebiyat da, hukuk gibi, toplumsal değişimden etkilenir. Kimi yazar bu değişimi anlamaya ve ifade etmeye çalışırken, kimisi değişen toplumsal yapının yeni bir biçimi zorunlu kıldığını hissederek yenilikçi ve arayışçı bir edebiyatın peşine düşer. Bu gibi değişim dönemlerinde hukuk normları ile insan hayatı arasındaki gerilim de karmaşık bir hal alır. Altüst oluşa varan değişim dönemlerini kuruluş dönemleri izler. Önceki düzen altüst olur, yerine yenisi kurulurken hukuk önceliği yeni düzenin, yeni normların yerleşmesine verir, edebiyatsa böyle zamanlarda hukukun gözden kaçırdıklarının da ifadesini bulabileceği bir alan olma görevini üstlenir.

 

J. M. Coetzee’nin Utanç’ı, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ırkçı düzenin yıkılıp yerine yeni düzenin getirildiği yılların hemen sonrasında geçer. Öğretim üyesi olan romanın başkahramanı, hukuk açısından suç olan bir eylemde bulunmuş, bir öğrencisiyle ilişkiye girmiştir; öğrencisi üzerindeki otoritesini kötüye kullanmakla suçlanır. Onun bu hareketini soruşturan disiplin kurulu suçunu itirafıyla yetinmeyip pişmanlığını da ifade etmesini ister. Coetzee romanında “pişmanlığın” başka bir kullanımını gösterir: Cezayı azaltan bir unsur olmaktan çıkıp bizzat ceza halini almaktadır. Anlarız ki, eylemin norma uygun olup olmadığının tespiti dışında başka işlevler de görmektedir yargılama. Dolayısıyla Coetzee yargılamayı yargılar. Üst bir temyiz merci görevi yükler edebiyata. Ne var ki, Coetzee’nin romanı örneğinde görüldüğü gibi tuhaf bir temyiz mercidir edebiyat. Hukukta temyiz mercilerinin görevi sadece alt mahkemenin kararlarını denetlemek değil, mahkemeler arasındaki uyumsuzlukları da gidermektir aynı zamanda, şöyle de ifade edilebilir bu durum; kargaşaya son vermek, var olan ya da olası krizleri bertaraf etmektir. Edebiyat ise böylesi sükunet halleri tesis etmekten ziyade kriz çıkarmak ister. Gözden kaçan, göz ardı edilen, genel çıkarlara kurban edilmiş durumların ortaya serilmesinden yanadır. Kimi zamansa edebiyatın ayrıca bir kriz çıkarmasına gerek yoktur, kriz halihazırda mevcuttur, ama devlet organları yokmuş gibi davranmaktadır, böyle zamanlarda edebiyata düşen sadece krizin üzerindeki örtüyü kaldırmaktır.

 

Bu denli sarsıcı olmasa da içinde bulunduğumuz dönem de bir değişim dönemi. Onlarca yıldır uygulanan temel yasalar değişti, değişiyor. İradi bir değişim değil yaşadığımız, gerçekten de toplumsal hayatın (ya da kimi zaman çıkar gruplarının) yeni ihtiyaçları yeni yasaları zorunlu kılıyor. Edebiyat dünyasında bu değişimin izini sürmek apayrı bir araştırma konusu. Yine de öne çıkan bir iki eğilimden söz edilebilir. Toplumsal hayattaki değişim, bireyleri artık sadece “yurttaşlık” çatısı altında değerlendirmeye imkan tanımıyor. Yurttaş olmanın yanı sıra yeni kimliklerle kendisini ifade etmek istiyor insanlar. Daha önceki kurallarla düzen altına sokulması imkansız çatışmalar daha sık gündeme geliyor. Etnik, cinsel, cemaatçi yeni kimlikler hukuk normlarına girmeden önce edebiyat yapıtlarına girdiler. Öte yandan sancısız olmuyor değişim dönemleri. Düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engeller azalmakla birlikte hâlâ yazarlarını yargılayan, kitapları toplatan bir hukuk (kanun mu demeli yoksa?) düzeninde yaşıyoruz. Hapishaneler yazar yetiştirmeye devam ediyor. Sanırım, hukuk ve edebiyat ülkemizde en sık yazarların yargılandığı yer ve zamanlarda birlikte anılıyor.

 

Edebiyat vs hukuk (iktisat) düzeni


Suç ve suçluluk kavramları salt hukuki kavramlar değil. İnsanı kavramaya çalışırken insanların işledikleri suçlar kadar işlemedikleri ya da işleyemedikleri suçlar da önemli. Wilhelm Reich’ın dediği gibi, neden bazı yoksul insanların hırsızlık yaptığı değildir önemli olan, neden ötekilerin de yapmadığıdır. Edebiyat, insanı ve toplumu anlatırken kaçınılmaz olarak hukukun ve ahlakın normlarını sorgulamayı sürdürecektir. Daha insani bir hukuk (ve iktisat) düzeni için edebiyatçının getireceği eleştiriler olmazsa olmaz önemdedir.

 

Yasa koyucuların hâkim sınıfların talepleri doğrultusunda düzenlemeler yapmaları yeni bir hal değil; ama demokrasilerde baskı gruplarının da bir direniş hattı oluşturması şart. Edebiyatı bu direniş hattının özel ve dil düzlemindeki bir bileşeni sayacaksak, edebiyatın toplumsal düzeni var eden mekanizmaları, bu mekanizmaların hukuki dayanaklarını sorunsallaştırması, giderek bu dayanakları sökmesi, “düzen” denilen şeyin esasında toplumun geniş kesimlerini eşitlik ve özgürlükten uzak kılan mekanizmalardan ve bu mekanizmaların usulüne uygun biçimde saklanmasından ibaret olduğunu göstermesi beklenir. Aynı biçimde iktidarın sadece yasama meclisindeki çoğunluk olmadığını, gündelik hayatta ve insanların zihin dünyalarında sürekli olarak yeniden üretilen bir olgu olduğunu, bir ağ gibi hepimizi kuşattığını düşünüyorsak, edebiyatın ve edebiyatçının hukuk kavramına da salt makro düzeyde yaklaşmaması, hukukun aynı zamanda mikro alanları da düzenlediğini görmesi gerekiyor. Üstelik hukuk salt yasalardan ve kanunlar hiyerarşisinde yer alan sair düzenlemelerden ibaret değildir, cemaatlerin, farklı toplulukların yazılı olmayan, kendilerine özgü normları, teamülleri vs vardır. İnsanı anlamayı ve anlatmayı amaç edinen edebiyat, onu kuşatan bütün bu mekanizmaları göz önünde tutup iktidarın mikro alanda nasıl çalıştığının da görünürlük kazanmasını sağlayacaktır. Toplumsal bir varlık olan insanın daha sahih bir resmi çıkacaktır ortaya. Belki hukukçular da ortaya çıkan bu resmi “somut bir vak’a” olarak değerlendireceklerdir o zaman.

 

Kuşkusuz, edebiyatçı hiçbir zaman, “Toplumsal hayat şöyle düzenlenmeli, hukuk normları bu biçimde oluşturulmalı,” demeyecektir ya da eserlerini edebiyat dışı alanlarda kullanılmaya müsait “somut vak’alar” yaratmak için yazmayacaktır. Ama edebi yapıtlar nelerin insanı insanlıktan çıkardığını, karakterlerin nasıl aşındığını, farkında olmadan nasıl bir dünya görüşünü içselleştirmeye başladığımızı görmek isteyenlere –bunlara hukukçular da dahildir elbette– her zaman kılavuz olacaktır.

 

Edebiyat ile hukuk arasındaki ilişkinin böyle bir yazıyı aşan çok farklı görünüm ve dinamikleri var. Öyle ki Cemal Bâli Akal’ın önayak olmasıyla “Edebiyat ve Hukuk” bir süredir seçmeli ders olarak okutulmaya başladı. Akal, geçtiğimiz yıl edebiyat ve hukuk yazılarını Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu başlığı altında toplamış, Kafka’dan Dostoyevski’ye, Melville’den Faulkner’a edebiyatçıların eserlerinde hukuki sorunsalları nasıl ele aldıklarını ayrıntılı biçimde tartışmıştı. Bu yılın başlarında da Cemal Bâli Akal ile Yalçın Tosun’un derledikleri, çeşitli yazarların edebiyat ve hukuk arasındaki ilişkiye değindikleri yazılardan oluşan Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar yayımlandı. “Edebiyat ve Hukuk” tartışması sürdükçe, ki hukukun gündemden hiç düşmemesi bunun daha uzun yıllar boyunca süreceğine delalet ediyor, bu konudaki kitaplardan oluşan külliyat da genişleyecektir.

 

 


 

 

* Bu yazının bir bölümü, Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar kitabında (Dost Kitabevi Yayınları, 2015) yayımlanmıştır.

 

Görseller: (Sırasıyla) Selçuk Ören, Ali Çetinkaya, Onur Atay

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.