Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Editörden // İki bacağı kırık bir masa




Toplam oy: 720

Dünyanın birtakım yalanlar ve birtakım kötülükler üstüne kurulu olduğu bilgisiyle yaşıyoruz. Demokrasi yalanları, medeniyet tuzakları her şeyin üstünü örten bir perde gibi, perdenin altında neler olduğunu -galiba- hepimiz biliyoruz. Hayal ettiğimiz dünya hiç gelmedi, gelmeyecek. Belki de hayal ettiğimiz gibi bir dünya bir yerlerde var, ama biz oraya ait olmayı hak etmiyoruz. Çünkü şartlı beyinlerimiz, gedikli psikolojilerimiz ve el birliğiyle kurduğumuz adaletsiz toplumlarımızla tam da bu cangılın içinde olmamız gerekiyor. Patron işçisine, çoğunluk azınlığa, görgülüsü cahile, erkek kadına, anne çocuğuna, yeni sevgili eski sevgiliye... Gerçekten, tümüyle, katıksız bir adalete ihtiyaç duysaydık zaten bu şartlar altında bu dünyayı çoktan terk etmiş olmamız gerekirdi. Ne var ki, bu durum yine de bazı insanları güzel bir dünyayı hayal etmekten alıkoymuyor. Önemli olan bu yolda olmak -varamayacağımızı zaten bilir gibiyiz. Ne ki, güzel bir dünya, toplum, aile, ilişki, dostluk için savaşmak insanların bir kısmının ayakta kalabilmesinin yegane nedeni.

 

Bazı karanlıkları bulmak zor, tartışmalı ve çetrefilli. En nefret ettiğiniz insandan bu kadar nefret ederken ona aslında yapıyor olabileceğiniz bazı haksızlıklar mutlaka vardır. Ama bu elbette bir insanın devlet eliyle anadilinden koparılması, bir dilin tüm gelenekleriyle, söylenceleriyle, kültürüyle dünya üstünden yok edilmeye çalışılması kadar açık seçik bir karanlık değil. O yüzden, işte bu karanlıkta, anadil meselesinde, elini vicdanına koyabilen herkes buluşuyor.

 

Anadolu'nun 18 dili yok olabilir

 

Çokkültürlü topluluklarda ulus devlet fikri, kaçınılmaz olarak bir yok etme politikası getiriyor. Bir masanın güçlü bir biçimde ayakta kalmak adına iki bacağını kırdığını düşünün. Üstelik bacakların kırılması yetmiyor, kırık parçalar da unufak edilip çöpe atılıyor. Bugün Türkiye’de durum tam olarak bu. UNESCO’nun “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre, Anadolu’da konuşulan on sekiz dil önlem alınmazsa bu yüzyılın sonunda kaybolacak. Kaybolamayacak kadar çok sayıda insanın kullandığı ama doğal haklarının elinden alındığı diller ise bambaşka bir mesele. İşin kötüsü, bir dil yok olurken, o topluluğun mimari mirasını, masallarını, danslarını, müziklerini de götürüyor. Bu ay dergimizde Ayşe Çavdar’a verdiği röportajda, Gola Derneği’nin kurucularından Refika Kadıoğlu’dan alıntıladığım bilgiye göre “Lazcada “savaş” kelimesi yok. “Barış” sözcüğü de yok. Çünkü savaşmayınca barışmaya da ihtiyaç yok.” Lazca yok olursa sadece bir dil değil, Türkiye’nin kuzeyinde hayata bu dingin perspektiften bakan ve “savaş” sözcüğünü dağarcığına hiç katmamış olan bir bakış yok olacak.

 

Bu ay kapak konumuzda azınlık dilleri ve edebiyatlarını ele alıyoruz. Dergimizin editörlerinden Gökçe Gündüç, yazısında, Türkiye’de azınlık dillerinin sosyal yaşamdaki ve yayın piyasasındaki geçmişinden güncel durumuna geniş bir tablo çiziyor. “Devlet kendisini korumak için tek dilliliği dayatıyor. Tanrı ise Babil Kulesi’ni yıkıp dilleri çeşitlendirerek korumak istemişti kendisini” diyor Gündüç ve Babil Kulesi’nde Tanrı’nın gazabının insanları dünyanın farklı yerlerine taşımasının öngörülemez bir zenginliğe neden olmuş olabileceğini söylüyor. İşte bu zenginliği kucaklamak kırık masanın iki ayağını geri vermekle kalmaz aslında, üstünü binbir çeşit güzellikle, lezzetle de donatır. Savaşlar, acımasız ekonomik politikalar ve sosyal adaletsizlikle dolu bir dünyanın bu masasında otururken hangi karanlıkları konuşacağımız ise bize kalmış.

 

 


 

 

>>> Ulus devlet ve dil: Babil Kulesi'ni yıkmak

 

 


 

 

>>>Refika Kadıoğlu ile söyleşi: Bir dil nasıl yaşatılır?

 

 


 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.