Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Neden Romanlara İhtiyaç Duyarız?!




Toplam oy: 92
Bu kadar karmaşık hale gelen bir dünyada belki romanlara tutunarak yolunuzu bulabilirsiniz ama şiir yolunuzu daha da karıştırır. Acil durumda camı kırın ikazı değildir şiir, acil durumda o zile gülümseyerek yanından koşa koşa gidin çağrısıdır.

Geçenlerde Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum’unu karıştırırken, kitabın ilk metni olan “Öykülere ihtiyacımız var mı?” sorusunu, Türk edebiyatında yaşanan hareketliliği göz önünde bulundurarak düşündüm; neredeyse her yıl binlercesi basılan bu kadar çok kurmaca metne ihtiyacımız var mı?

 

Fark ettiniz mi bilmiyorum, yayınevleri müthiş bir iştahla roman ve hikâye kitapları basıyor. Bu kitaplara her gün bir yenisi daha ekleniyor. Bir süredir yaşanan kâğıttaki zam oranlarına rağmen, yayınevleri bir şekilde kitap basmayı sürdürdü. Haftada muhakkak bir iki kitap bitiren biri olarak, ben artık yayınevlerinin kitap basma hızına yetişemiyorum. Bu kadar çok kitap, bu kadar çok hikâye, sahi ne işimize yarayacak? Üstelik kitabın şekil değiştireceği tartışmaları yaşanırken, hayatımızın büyük kısmı ekranlara adapte olmuşken… Kendi sorduğum soruları, yine kendim cevaplayayım…

 

Sanırım insanın internetle teması, sanıldığı gibi okuma alışkanlıklarımızı öldürmedi, aksine daha da artırdı. Çünkü internet tamamen “okunan” bir ağ sunuyor bize. “Görmek”, “izlemek” her zaman ikinci planda kalıyor. Dile ihtiyacımız hiç olmadığı kadar arttı böylece. Karşımızdaki ağ, uluslararası bir dilin hâkimiyeti altında. Bu ağın üstünde o dilin imkânlarıyla dolaşmak zorundasınız. Bununla kalsa iyi. Twitter’ın az karakterle çok şey anlatma teşviki; Instagram’ın hikâyeler ve fotoğraflar aracılığıyla kendi hikâyemizi oluşturma imkânı sunması, bizi tamamen yazının alanına, kurmacaların dünyasına çekeledi. Sadece mutlu anlarımızı paylaşmak zorunda kaldığımız Instagram’da, en acı hikâyemizi bile en anlaşılır hikâyelerle anlatıyoruz.

 

Bizi bilmem ama 19. yüzyıl insanının romanlara en gerçek anlamıyla ihtiyacı vardı. Anna Karenina’yı düşünelim. Bu dev roman, birbirinin içine geçmiş labirentler ve gizemlerle dolu, Murakami’nin ifadesiyle, dünyanın içinde küçük başka bir dünya, o küçük dünyanın içinde daha da küçük dünyalar barındırıyordu. Sanki kutsal bir evrendi o kitabın içi. Çünkü 19. yüzyılın ve hatta bütün romancıların mürşidi Tolstoy, insan hayatını dakika dakika, an an işlemeye çalışmıştı Anna’ya. Roman, insan hayatı gibi acıların ve mutlulukların birbirinin içine zamansal bir dengeyle dikildiği anlardan oluşuyordu.

 

Anna’yı okuyanların yakalandıkları bir histeriden söz edilir, üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra, o romana ait sayfalar, kendi hayatınızın bir hatırasıymışçasına gerçek anılarınızın arasına katışmaya başlarlar. Bir roman mürşidinin karilerine yaptığı en büyük keramettir bu da.

 

Roman, Batı bireyciliğinin güçlenmesiyle gelişti ve bu hale geldi. Bugün en parlak günlerini yaşıyor. İnternet de e-kitap arayışları da roman ve hikâyelere duyulan ihtiyacı öldürmediği gibi artırıyor da. Umberto Eco, Kitaplardan Kurtulacağınızı Sanmayın isimli o hoşsohbet kitabında şöyle der: “Kitap tekerlek gibidir. Bir kere icat ettikten sonra, daha ileri gidemezsiniz.”

 


 

BİR ALINTI

VLADİMİR NABOKOV - EDEBİYAT DERSLERİ

 

“Şu öyküyü pek severim; Tolstoy yaşlılığında, kasvetli bir gün, roman yazmaktan vazgeçişinden yıllar sonra, eline rastgele bir kitap almış, ortasından okumaya başlamış, ilgilenmiş, çok hoşlanmış romandan, sonra adına bakayım demiş ve görmüş ki; Anna Karenina, yazan Leo Tolstoy.”

 


 

Ben buna şunu ekleyebilirim; her iyi kitap bizimle birlikte yaşamasını sürdüren dostlarımız gibidir. Hatta bizim gibi yaşlanır ve ölürler. Hikâyeler de öyledir. Kendimizi sorgulamamızı değil, bizzat kendimize inanmamızı sağlarlar. Kendine çok güvenen insanların, güvenme duygularını pekiştiren küçük büyük hikâyeleri vardır ve unutmayalım, hikâyeler birbirini çeker, çağırır, birbirini arzular.

 

PEKİ YA ŞİİR… ROMANLARA, HİKÂYELERE DUYDUĞUMUZ AÇLIK ARTARKEN, ŞİİRİ HAYATIMIZDAN TARD ETMEYE Mİ BAŞLADIK? TANPINAR’IN TEE 1940’TA SORDUĞU GIBİ SORALIM MESELA, “ŞİİR ÖLÜYOR MU?”

 

Buna en basit, en ortalama okurun bile sevmeyeceği bir karşılık vereyim, “Hiç sanmam!”

 

Şunu kabul edelim, teknoloji ve teknolojinin sunduğu imkânlar insanı değiştirdi, değiştiriyor. Meseleyi küçümsediğimi sanmayın ama evinize aldığınız yeni bir koltuk bile oturma ihtiyacınızı değiştirecek kudrettedir. Ekrana olan bağlılık hikâyelere duyduğumuz ihtiyacı bu anlamda artırsa da, şiire olan ihtiyacımızı artıramaz, çünkü siz şiire ihtiyaç duyamazsınız, şiir size ihtiyaç duyar.

 

Durun, fantastik bir şeyler söylemeye hazırlanmıyorum, açayım biraz: Hayatın içindeki şiir sizi çağırmazsa, şiir okumaya ihtiyaç duymazsınız. Modernliğin tek dönüştüremediği edebi türdür şiir. Bir alışkanlık değildir, kendi kanunları vardır. Bu kadar karışık ve karmaşık hale gelen dünyada belki romanlara tutunarak yolunuzu bulabilirsiniz ama şiir yolunuzu daha da karıştırır. Acil durumda camı kırın ikazı değildir şiir, acil durumda o zile gülümseyerek yanından koşa koşa gidin çağrısıdır. Uçurumdan kurtulamazsınız şiirle, uçurumdan daha iyi nasıl atlanacağını öğrenebilirsiniz ancak. Şiir sizi kurtarmaz, şiir size deva sunmaz, yani, sözün özü, şiir sizi asla aldatmaz. Size en okkalı şamarı atar. Tam da bu yüzden tartıya gelmez, darası alınamaz. Modernlik tarafından da dönüştürülemez.

 

Romanlara, hikâyelere duyduğumuz ihtiyaç, şiiri hayatımızdan tard etmeye, uzaklaştırmaya çalışanların marifetidir. Nerval’in dediği gibi romanlar ikinci hayatlardır, asıl hayat, şiirdir; şiir gibi yaşanandır.

 


 

YENİDEN BASILSA KEŞKE DEDİĞİMİZ KİTAPLAR

 

Düzenli ziyaret ettiğim sahaflar var, ara ara uğradığım, bazen de garip tesadüfler sonucu keşfettiklerim var. Üsküdar’da bir eskici dükkânının içinde rastgele oraya buraya saçılmış kitaplar arasında buldum Uğursuz Avlu’yu. İvo Andriç’in artık baskısı kalmamış, handiyse unutulmuş harika kitabını. Uğursuz Avlu’yu Aydın Emeç çevirmiş. Çeviri bana çapaçul geldi, pek hazzedemedim ama Andriç’in öykü anlatmak konusundaki iştahı ve Uğursuz Avlu diye Osmanlı dönemindeki Yeditepe Zindanı’nı anlatması çok hoşuma gitti doğrusu.

 

Karakterler müthiş canlı ve sahici. Sanki Andriç, bilge bir hikâyeci olarak zindana sızmış, anlatıcı kahramanımız olan papazın kılığında hikâyeleri bir araya toplamaktadır. Kitap biri uzun olmak üzere, başka başka hikâyelerden oluşuyor. Asıl hikâyedeki kahramanımız ise kendini Cem Sultan sanan bir kaçık. Hele Andriç’in Cem Sultan’ın acı hikâyesini anlattığı satırlar… Bir de kitapta “Gövde” diye bir bölüm var ki, nasıl desem, Ömer Seyfettin’in “Bomba” hikâyesini çağrıştırıyor düpedüz. Andriç kitabı bir nevi binbir gece masalı gibi planlamış.

 

Ha bu arada Sezai Karakoç, İvo Andriç için Nobel kazanan ilk ve son Osmanlı der. Çünkü Andriç 1892’de bir Osmanlı vatandaşı olarak Bosna Hersek’in Dolak köyünde doğmuştur. Neredeyse bütün kitaplarında da, meşhur Drina Köprüsü ile beraber hep Osmanlı’yı anlatır.

 

 

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.