Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Novella: Kısa roman mı, uzun öykü mü?




Toplam oy: 865
Gözlerimizin önünde yeni bir tür doğuyor: Novella. Yani kısa roman, belki uzun öykü, ya da öyküden biraz uzun, romandan azıcık daha kısa olan! Edebiyatın kendiliğinden saptığı bu yol, belki bir yandan sosyal medyanın kısa zamanlı algısıyla uyum içerisinde, okur isteğini karşılıyormuş gibi görünürken, diğer yandan şaşırtıcı biçimde üst edebiyat dediğimiz alanın içine yerleşiyor; sadeleştirilmiş, kompakt hale gelmiş metinler sunarken daha yüksek bir okuma zevki vaat ediyor. Dil ve biçim, estetik ama estetize edilmemiş; kahraman derinlikli ama kahraman değil; sınıf bilinci yüksek ama ideolojilere kapılmayan; gerçekçi ama klasik anlamda toplumcu gerçekçi değil! Ve nihayetinde kısa ama kısa değil! Peki nedir novella?

Bugün dünya edebiyat klasikleri arasına girmiş romanlara baktığımızda yüzde 80’inden fazlasının 400 bin kelime sayısını aştığını görürüz. 400 bin! Kulakta çılgınca çınlayan bir rakam! Sözgelimi, Marcel Proust’un efsane romanı Kayıp Zamanın İzinde 3 bin 16 sayfadır. Ya da yine büyük hacmiyle göz dolduran Sefiller’in içine Victor Hugo dünyanın bilinen en uzun cümlesini yerleştirmiştir; tam 800 kelimelik bir cümle! Örnekleri öylesine çoğaltabilirim ki, bir süre sonra uzay boşluğunu matematiksel verilerle anlamaya çalışan insan zihninin boşalması gibi, her şey anlamını yitirmeye başlayabilir. Rakamlar bir süre sonra anlamsız gelir insan zihnine, evet, ama ya böylesine uzun romanları okumak... Eğer bir edebiyat bilgisinden, bir edebiyat sevgisinden söz edeceksek, Sefiller’i okumamış olmak, Savaş ve Barış’ı, Karamazov Kardeşler’i ya da İnce Memed’i okumamak kabul edilebilir değildir. Elbette biliriz ki, uzunluk bir romanın olumlu ya da olumsuz özelliği olamaz. Ama romanın tür olarak doğduğu günden bugüne gelişine baktığımızda, olayların, yaratılan karakterlerin, doğa ve ruh betimlemelerinin uzun uzun anlatılmasının, anlatılabilmesinin o metne bir oturaklılık kazandırdığı düşüncesinin içimizde yaşadığı da aşikar. Gelgelelim zaman değişiyor, edebiyat eğilimleri, türler, türsel sınırlamalar birbirini değiştiriyor. Ve gözlerimizin önünde yeni bir tür doğuyor: Novella. Yani kısa roman, belki uzun öykü, ya da öyküden biraz uzun, romandan azıcık daha kısa olan!

 

Yanlış anlaşılmasın, artık uzun romanlar yazılmıyor demiyorum. Bilakis, çoğu eleştirmen ve okur kitapların gereksiz, yersiz bir şekilde uzun olmasından şikayetçi. Knaussagard’ın, son zamanlarda edebiyat dünyasında fırtınalar estiren Kavgam’ı, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinden daha uzun. Ya da her yıl Nobel alması büyük bir hevesle beklenen, çok ama çok sevilip okunan Haruki Murakami, 1Q84 başta olmak üzere, uzun romanlar yazıyor. Kitapçıların vitrinleri tuğlayı andıran çoksatanların sütunvari yerleştirmeleriyle süsleniyor. Ama başta Avrupa edebiyatı olmak üzere, tüm dünyada ve Türkiye’de novellanın yükselişe geçtiğini görmemek mümkün değil. Edebiyatçılar arka arkaya novellalar getirip bırakıyorlar dünya edebiyatının içine. Sadece novellalar yazan genç edebiyatçılar var artık. En son İngiltere’de ilk defa bu yıl Novella Ödülleri’nin verilecek olması da bu yükselişin en önemli göstergelerinden biri. 

 

Peki nedir novella? Novellanın tanımına baktığımızda, bir muğlaklık söz konusu. “Öyküden uzun, romandan kısa.” Birkaç paragraflık öyküler de var, roman denen kısacık anlatılar da. Hugo Ödülleri bu muğlaklığı aşmak için 17 bin 500 ile 40 bin kelime arasında yazılan romanı novella olarak kabul ediyor. Biraz önce sözünü ettiğim Screen School of Liverpool John Moores Üniversitesi ve Manchester Metropolitan Üniversitesi'nin ortaklaşa başlattıkları ilk Novella Ödülü'nün kriterlerine ilişkin çalışmaya göre de, bir kitabın novella olarak kabul edilebilmesi için 20 bin ila 40 bin kelime arasında bir uzunluğa sahip olması gerekiyor. Bu sayılara bir de tartışma eklemek isterim. 2011 yılında Booker Ödülü’nü alan Julian Barnes’ın kitabı Bir Son Duygusu’nun novella olup olmadığına tam karar verilememişti. (Barnes’ın romanı kendi dilinde 176, Türkçe çevirisinde 160 sayfaydı.) Okurun aklına ister istemez bir romanı novella yapan sadece kelime sayısı mıdır, sorusu gelecektir. Değil elbette. Nasıl ki öyküyle roman arasındaki fark uzunluk ya da kısalık değilse, romanla novella arasındaki fark da kelime sayısıyla belirlenemez sadece. Novellanın içeriğinde onu romandan ayıran birtakım özellikler var. Bu özelliklere geçmeden önce bu taze tartışmaların kaynağında yatan novellanın neden bu kadar ve neden şimdi ön plana çıktığı üzerinde durmak gerekiyor. 

 

Her şeyi yutan roman

 

 

Başlangıçta "yeni" bir tür doğuyor, demiştim ama novellanın tarihi aslında romanla eş. Uzun hacimli romanların yanı sıra edebiyatçılar her zaman kısa romanlar, novellalar da kaleme alıyorlar. İlk novella için Bocaccio’nun Decameron’una kadar geri gidebiliyoruz. Hemen bütün usta yazarların kısa romanları var. Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü, John Steinbeck’in İnci’si, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı kitabı, Thomas Mann’ın Venedikte Ölüm’ü, Ernest Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz’i, Truman Capote’nin Tiffany’de Kahvaltı’sı ya da George Orwell’ın Hayvan Çiftliği adlı eseri, Marguerite Duras’nın Sevgili’si bir çırpıda akla gelen örnekler. Gelgelelim kısa metinlerin, novellanın bir parça da olsa saygınlık kazanmaya başlaması, tercih edilebilir bir tür olması bizim zamanımızı buluyor. Bu saydığımız örneklerdeki yazarlar özellikle novella yazmak için, bir tavır olarak oturmuyorlar kağıdın kalemin başına yani, sadece hikayeleri bunu gerektirdiği için kısa yazıyorlar. Ya da en azından kendilerinin özellikle dile getirdikleri bir tavır, bir durum söz konusu değil. Bir de bunun en uzunundan en kısasına, romandan denemeye, eleştiriden öyküye edebiyatın her türünde kalem oynatabilen, “olması gereken” edebiyatçı kimliği algısıyla da ilgisi var şüphesiz. Kendi türünü belirleyip ondan hiç dışarı çıkmayan edebiyatçı da, her türde kalem oynatan da aslında türlerin kesin ayrımlarına, sınırların belirlenmesine hizmet ediyor bir anlamda. Oysa novellanın bize işaret ettiği başka ve çok önemli bir şey var; türler arası sınırların giderek silindiği… Tıpkı zaman algısının değiştiğini işaret ettiği gibi…

 

Evet türler arası sınırlar giderek siliniyor. Şiirin dili öykünün ve romanın içine sızıyor, onu bir anlamda estetize ediyor, öyküsel anlatımı içinde taşıyan şiirler seviliyor, “ben anlatıcı”nın öyküye ve romana girmesi deneme türünün yavaş yavaş gözden düşmesine yol açıyor. Öykü ya da roman demek yetmiyor, kısa öykü, kısa kısa öykü, seri roman, kısa roman vurgusuna gereksinim duyuluyor. Romanın bir tür kara delik gibi hemen tüm edebi türleri içine çekişini, yutuşunu izliyoruz çünkü. Ancak bu çekim gücü türleri kuvvetle değiştirip dönüştürürken ister istemez roman türü de bir tür değişime uğruyor. Kanımca novellanın yükselişi her şeyden öte, bunun bir işareti. 

 

Ama hayatımız roman değil!

 

Bugün yazılan novellalara göz attığımızda, meselenin sadece çabuk okunacak, hızla tüketilecek bir hikaye kaleme almak olmadığını görüyoruz. Karşımıza ağırlıklı olarak ben anlatıcı çıkıyor, ne kahraman ne de antikahraman olan bir “ben” bu. Kahraman ya da antikahraman olmadığını bildiği için, yaşam hikayesinin bir roman olmadığını, olamayacağını da biliyor. Kısa bir süre içinde geçen minör bir hikaye okuyoruz. Ama kısa zaman, hatırlamalarla, anıştırmalarla neredeyse kahramanın tüm hayatını ve yaşadığı ülkenin tüm tarihini kapsayacak kadar derinleşebiliyor. Ülke sözü burada önemli. Çünkü birincisi, novellaların kahramanlarının ortak özelliklerinden biri yaşadıkları coğrafyaya aidiyet duygusunun kuvvetli olması, ikincisi ise kendi minör, bölük pörçük hikayelerini dile getirken bir yandan da büyük hikayenin, yani büyük toplumsal olayların, savaşların, darbelerin, doğal afetlerin, bu hikayeye sızması, müdahale etmesi. Burada karşımıza ister istemez bir sınıf bilinci de çıkıyor. Toplumcu gerçekçilikle tarihe gömüldüğü sanılan yeni bir gerçekçilikle karşı karşıyayız. Çünkü hayatı roman olmayan, ülkenin kaderi kendi kaderine sızan anlatıcımız için sınıf, coğrafya ve zaman kadar değişmez bir gerçek olarak yaşanıyor. Zannediyorum ki, bu yaklaşım edebiyat içinde, bu şekliyle, kurgusal gerçekliğin gerçek hayatla en yüksek derecede kesişmesine yol açıyor. 

 

Bütün bu yoğun içerik ister istemez bir estetik biçime de gereksinim duyuyor. Bildiğimiz üzere hikaye, teknik açıdan mükemmelliği aramak zorundadır. Georg Lukács Roman Kuramı’nda şöyle der öykü için: “Hayatın tuhaflık ve muğlaklığını gösteren anlatı biçimi olan öyküde, lirizm kendisini tümüyle olayın değişmez ana hatlarının arkasına gizlemek durumundadır; burada lirizm hâlâ salt seçimdir; mutluluk veya yıkıma yol açabilecek ama işleyişi daima nedensiz olan talihin mutlak keyfiliği ancak kesin, yorumlanmamış ve nesnel tasvirle dengelenebilir. Kısa öykü en saf sanatsal biçimdir.” İşte bu en saf biçimde, sözgelimi fazladan yazılmış bir kelime, roman içinde kaybolup gidebilecekken, hemen sırıtır. Ya da karakteri derinleştirmek için ciddi bir dil ve duygu derinliği sağlanmazsa bir öyküyü okumak mümkün değildir. Novellanın öyküye yakınlığı, öykünün teknik açıdan mükemmeliyeti arama çabasına dahil olması demektir bu durumda. Diğer yandan da öyküden geriye kalan duyguyla, imgeyle yetinmemek, okurun hafızasında daha fazla şeyler bırakmak, romanın gerektirdiği sürekliliği sağlamak zorunluluğu da doğacaktır onun için. Bu dünyadan bize şahane novellalar da bırakıp giden Leylâ Erbil bu bağlamda şöyle diyor: “Novella, bence bilinen romanın dar bir alana sıkıştırılmış biçimidir. Bu alan romandan edinilmiş tüm deneyimleri, teknikleri, dili başkalaştırarak kullanır. Örneğin bu türün mekan, zaman dağınıklığından, savrukluğundan beni de okuru da uzaklaştırdığı düşüncesindeyim. Böylece diyelim 300 sayfalık bir roman 50-100 sayfaya sığdırılabilir. Bu da yeni bir estetiğin, novellaya has bir dilin yaratılmasına neden olur.”

 

“Büyük epik yazı hayatın geniş bütünselliğine biçim verir, dramsa özün derin bütünselliğine,” diyor Lukács. Epikle dramın zarif dengesini kurmak üzere yola çıkan roman, “hayatın kapsamlı bütünselliğinin artık dolaysızca verili olmaktan çıktığı, anlamın hayata içkinliğinin bir sorun haline geldiği ama yine de bütünsellikle düşünen bir çağın epiğidir. Roman bütünselliğinin özünü, başlangıç ve son arasında içerir ve böylece bir bireyi de deneyimleri aracılığıyla tam bir dünya yaratmak ve bu dünyayı dengede tutmak zorunda olan kişinin sonsuz yüksekliklerine çıkarır. Ama roman tam da bireyi yalnızca bu şekilde içerebildiği için, birey salt bir araç haline gelir ve yapıttaki merkezi konumu da, hayatın belli bir sorunsalını açığa çıkarmaya özellikle uygun oluşundan başka bir şey ifade etmez.” Burada aklımıza ne kahraman ne de antikahraman olan anlatıcı gelir. Bir sorunsalı açığa çıkarmak için, bu işlevle hareket etmiyordur metnin içinde. Bütünün içindedir ama bütünü kavramak, bütünü temsil ediyor olmak iddiasından muaftır. Kısacası artık bütünsellikle düşünen bir çağ kalmadığına göre elimizde, roman da şekil değiştirecek, bireyin kendi kendisine bir sorun olduğu bir dünyayı parçalı, değişken ve kısa süreli algılar halinde akan zamanı anlatmanın yolunu arayacak ister istemez. 

 

Edebiyatın kendiliğinden saptığı bu yol, belki bir yandan sosyal medyanın kısa zamanlı algısıyla uyum içerisinde, okur isteğini karşılıyormuş gibi görünürken diğer yandan şaşırtıcı biçimde üst edebiyat dediğimiz alanın içine yerleşiyor; sadeleştirilmiş, kompakt hale gelmiş bir metin sunarken, daha yüksek bir okuma zevki vaat ediyor. Dil ve biçim, estetik ama estetize edilmemiş; kahraman derinlikli ama kahraman değil; sınıf bilinci yüksek ama ideolojilere kapılmayan; gerçekçi ama klasik anlamda toplumcu gerçekçi değil! Ve nihayetinde kısa ama kısa değil! Peki Erbil’in vurguladığı gibi okura gerçekten yakın mı? Bu şekilde uzaktan bakınca değil gibi görünüyor ama satış rakamları Leylâ Erbil’le aynı fikirde gibi. 

 

İçimizden biri içimizden çıktığında…

 

 

Burada sosyal medyanın etkisine geri dönmek gerekiyor. Çünkü ortada hep söylenegelenin ötesinde gözden kaçırmamamız gereken bir olgu daha var. Evet, zamanın, okuma süresinin geçişkenliği ve kısalığı tamam. Diğer yanda ise insanlığın sosyal medya aracılığıyla hep beraber topluca yazı düzlemine geçmesi var. Yazıyla ve hatta okumayla ilişkisini okul yıllarında bırakmış aile büyükleri bile telefonlarının, bilgisayarların başına geçip birkaç kelime de olsa yazıyorlar. Büyük bir yaş aralığı içinde herkes bir parça da olsa yazar artık. Dolayısıyla yazının böylesine kolay dolaşıma giriyor olması, böylesine herkese açık, herkesten olması edebiyatı ister istemez kendisini korumaya, bir ayrıcalıkta kalmaya sevk ediyor olmalı. İşte o yüzden ister istemez teknik olarak yükseklere kayıyor, o yüzden kısa ama kısa değil, diyebiliriz belki de. Bu eğilimin diğer tarafında şimdilik daha baskın olan “içimizden biri”nin “aynı bizim gibi” yazdığı, “aynı bizim hayatlarımız gibi hikayeleri” duruyor tabii ki. Edebiyatta aforizmalaşmayı tırmandıran bu neredeyse pornografik dil sosyal medyanın diliyle örtüşüyor şüphesiz. Ama ilerleyen zaman içerisinde acaba hangimiz zaten kendi yazdığımız, arkadaşlarımızın, akrabalarımızın, neredeyse çiğnene çiğnene sakız olmuş dilini, düşüncesini para verip okumak isteyecek? Öyle görünüyor ki, edebiyatın yakın gelecekteki temel meselesi, hem gündelik dilin, hayatın içinde duran hem de kendisini gündelikten ayıracak bir yol bulma arayışı olacak. Ve yine o yakın gelecekte bir gün, meselenin bir cümleye sığabilecekken bir paragraf boyunca anlatılması amatörce bulunacak, ayıplanacak hale gelecek belki. Yediden yetmişe, internet aracılığıyla söz düzleminden yazı düzlemine geçmemiz, düşüncemizi yaza sile en kısa hale getirme antrenmanlarına dahil olmamız, bu antrenmanlara yazarların da katılmasını sağlayacaktır; bunu hesaplamak büyük bir kehanet olmayacaktır kanımca.

 

Bundan birkaç yıl evvel kendi kuşağımdan yazarlarla yaptığımız bir toplantıda edebiyatın sosyal medyanın dilinden nasıl kaçacağını, edebiyatın aforizmalaşmaktan kendisini nasıl kurtaracağını tartışırken şöyle bir düşünceye varmıştık: Kısa ama Twitter’da alıntılanamayacak kadar ağır, diğer sosyal medya ağlarına takılmayacak kadar da uçucu olacak! Olabilecek mi peki, hep beraber okuyup göreceğiz. 

 

Ve son olarak uzunluk kısalık üzerinden yürütülen itibar tartışmalarına dönelim. 

 

Ian McEwan, 2002 yılında New Yorker’da kaleme aldığı bir makalede, “Besteciler –en üst mertebedekiler– böyle şeylerle uğraşmak zorunda değiller. Beethoven’ın piyano sonatlarının, yaylı dörtlülerinin ya da Schubert’in şarkılarının görkemi su götürmez. Benim gibi bazıları, bu eserleri her iki bestecinin senfonilerine yeğleyecektir,” diyor. Kalın romanları vitrine dizmek isteyen kitabevi sahipleri, romanı eğer uzunsa roman olarak kabul eden okur eğilimi, kısa anlatıları dikkate almayan eleştiri Ian McEwan’ı ve onun gibi düşünenleri öfkelendiriyor. Bir süre daha edebiyatı uzunluk ölçüsü birimi olarak değerlendiren indirgemeci yaklaşımla ve piyasanın tutumunun sonuçlarıyla uğraşacak gibi görünüyor novellalar, ve onların okurları ile yazarları... Edebiyat ve tabii ki tüm sanat dalları arasında kendiliğinden başlayagelen her türlü eğilimin ilk başlarda temel meselesi her zaman itibar görmek olmuştur. Bizim edebiyatımıza baktığımızda ise romanın uzunluğunun son yıllarda 250-350 sayfa bant aralığına yerleştiği, kısa romanların, novellaların itibar açısından pek zorluk çekmediğini görüyoruz; diğer çoğu ülkelerden farklı olarak. Bunda dünya edebiyatından yine farklı olarak çoğu yayınevinin uzun romanları basmakta satış korkusuyla gönülsüz davranmalarının da etkisi var tabii. Sosyal medyayla yayınevi etkisinin hayret verici kavuşması, bizi dünya edebiyatının gündemine belki de ilk defa eşzamanlı olarak ortak ediyor.

 

Başta da vurguladığım gibi romanla novella arasındaki fark nasıl ki sadece kelime sayısı değilse, itibar da yine ayı düzlemde, yani sayısal verilerle elde edilip kaybedilmiyor. Kısalığıyla zamanın ihtiyaçları ve okur isteğiyle uyumlu görünen bu tür, ortaya koyduğu farklı estetik biçim ve edebi yönelimiyle edebiyatı bir adım ileri götürmeye de niyetleniyorsa eğer, çok kısa bir süre içinde itibara da ihtiyacı olmayacak. Unutmayalım ki roman, ister kısa ister uzun olsun, kendi kendisini ölümcül tehlikelerden ve tüm başarısızlık ihtimallerinden türeten tek edebi türdür!

 

 


 

 

* Görseller: (sırasıyla) Onur Aşkın, Serpil Yıldız

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Ben bu tür tartışmaların biraz yersiz olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi yayınevleri, yayımladıkları kitabın kapağına, ''roman, hikaye, anlatı vs.'' demeye bayılıyorlar. Hiçbir şeyden haberi olmayan biri gibi bakalım olaya, kitabın hacminden zaten anlamayacak mıdır okuyucu? Yazınızı okurken aklıma geldi, çok önemli noktaya değinmişsiniz, globalleşen dünyada herkes yazar. Yine internet bereket versin, sınırlar kalktı çoktan. Yani algıyı yönlendiren bir obsesiflik bu. Okuyucu var ya, bizim okuyucularımız, siz oraya roman yazdınız mı okumuyor. Novella yazınca okur, okur mu?

55%
45%

Türk yazının son yıllarında bunu karşılayacak bir ürün var mı?

34%
66%

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.