Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

OdakYazar // Cem Kalender




Toplam oy: 838
Odak Yazar", IAN Edebiyat dergisinin alametifarikalarından biriydi. Ağırlıklı olarak üniversiteli gençlerin yazı ve söyleşileriyle, Türkçe edebiyatın günümüz temsilcilerine ve eserlerine bakışlarını yansıtması sebebiyle değerliydi. IAN Edebiyat'ın yayın hayatına son vermesiyle birlikte, bir anlamda bu proje de yarım kalmış oldu. Hazırda bekleyen ve yeni odak yazarlar belirlenerek yapılacak çalışmaların SabitFikir'de yayımlanması teklifini bu sebeplerle seve seve kabul ettik. (IAN Edebiyat sayfalarında okumaya devam etmeyi daha çok arzu ederdik elbette.)

Bilinç Yumağı: “Işık Karanlıkta Parlar”

 

Cem Kalender’in Klan isimli romanı yayımlandığı günden beri okurun ilgisini çeken, duyurdukları ve duyumsattıklarıyla farkını ortaya koyan bir ilk roman.


Klan, kaynağını mitik bir örgüden alıyor. Giderek genişleyen kanallarla bugüne doğru ilerlerken karakterlerinin zengin çağrışım gücü okuru tarihin enginliğinde dolaştırıyor. İnsanlık tarihi romanın içinde kendine ayrı bir yer açıyor ve yazar, bunu daha ilk cümleden itibaren ortaya koyuyor. Cem Kalender, romana girişiyle tarihi dile getiriyor ve tarihin bizzat kendisi bir yandan anlatmaya başlıyor: “Ve sonra tarih kalemi eline aldı, ‘gerçekten size diyorum ki içinizden biri beni ele verecek’ sözüyle yazmaya başladı.”

 

Romanın ana karakteri Işık Kutlu özgün bir kişilik olarak hemen gözüküyor. Işık Kutlu’nun kimliğini, nasıl bir psikolojiye sahip olduğunu anlatmaksa roman kadar girift bir mesele. Daha en başta karakterin ismiyle beraber oyun başlıyor. İsmin ironisi ve karakterin kimliği taban tabana zıtken yaptıklarıyla sansasyonel biri olduğu ortaya çıkıyor. Kendisi hakkında daldığı düşüncelerden sıyrılamayan, evrendeki her şeyi kendi bilinciyle harmanlayan ve yeniden/daima üreten/düşünen bu karakterin zihninin karmaşası roman boyunca okurun dikkatini çekiyor. Okur bu bilincin içinde sürekli dolaşıyor ve sonunda yine onunla karşılaşıyor. Işık Kutlu’nun yolculukları, bu süreç boyunca yanında taşıdıkları, işlek fikirleri ve belki de en önemli konu olarak hatırladıkları romana ayrı bir perspektif katıyor. Bu da karakterin çok katmanlı örgüsünde öne çıkıyor. Onun kendi örgüsünde oluşturduğu “Efendi İsa” motifiyse roman kapsamında oldukça derin bir hat çiziyor. Zemine bu motifleri alan eser ayrıksı bir yerde duruyor ve biçimlendirilişiyle asıl önemli yanına işaret ediyor. Klan’a böyle yaklaşıldığında Kalender’in ürettiği karakterin belki de bir bilinç yumağı olduğunu söylemek, sürekli kendisine dolanıp durduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Bilinciyle mücadele eden, onunla beraber ilerleyen karakter tüm eylemlerinin farkında ve bunlarla yüzleşiyor; bazen kaçıyor bazense tutsak düşüyor.


Roman, tarihin haykırışıyla açılırken sözü insanlık tarihinin en trajik olaylarından biri devralıyor. Yahuda dile geliyor ve İsa’yı ve bitmez hikayelerini anlatıyor. Asırların suskunluğunu dindirmek mümkün müdür? Aradan binlerce yıl geçtikten sonra sözü nihayet devralabilen biri ne söyler? Yahuda dile geldi diyelim, bu mudur içinde demlenenler? İşte tüm bu soruların peşinden konuşmaya başlayan karakter bu ilişkiler silsilesiyle beraber harekete geçiyor ve kendisiyle beraber etrafındakileri de büyük bir döngünün içine alıyor. Düşünüyor, hatırlıyor, buluyor ve konuşuyor. Eylemleri bu düzlem üzerinden hareket ediyor. Bu noktada karakterin saplantılarıyla boğuştuğu görülüyor. Yaşadıkları, yaşadığını sandıkları, yaşadığını varsaydıkları kendi hareket eksenini oluşturuyor.


Işık Kutlu için bir “flaneur” desek sanırım yanlış olmaz. O, dur durak bilmeden yürüyen ve düşünen biri. Düşünüş biçimi kendinden evrene doğru, gücü içinde bulup dışarı yöneliyor. Tabii bu gücün tam olarak neye karşılık geldiği ayrı bir mesele. Çünkü karaktere bakıldığında güç kelimesinin ilk akla gelen anlama uyup uymayacağı farklı bir sorun. Ancak, tüm bunlara rağmen, onu harekete geçiren gizil bir güçten bahsetmek mümkün. Bunun belki de ihanetle bağı olduğu söylenebilir. Varlığı daima hissedilen bu anı onu çekip çeviriyor. Ne kendini unutabiliyor ne de hadiseleri. Herhangi bir olay karşısında bilinç hemen devreye giriyor ve bir yolunu bulup o gün yüzüne çıkıveriyor: Dudağın ete değişi ve kutsal için kutsal olmayan işaret! Aşkla verilmiş ihanet öpücüğü.

 

Her anlatı kendi çerçevesini oluşturur. Dışarıdan bakıldığında görünen sınırlıdır. Okura özellikle bir perspektif çizilmişse bundan kurtulmak da zordur. Sözgelimi İsa ve Yahuda arasındaki bu hadise. Dini kaynaklar üzerinden gidildiğinde, her biri için, olayın ekseni İsa üzerinden çizilir. Oysa Yahuda’nın karakteri ihmal edilir. Onun da sahip oldukları, sahip olmayı istedikleri, sahip olacakları vardır. Bu karakterlere doğrudan melek-şeytan kavramları üzerinden bakmak kalıplaşmış yapının bir sonucudur. Oysa Klan’la beraber bir yerde bu isimlerin ete kemiğe, arzuya ve ruha sahip birer canlı oldukları, hayatı damarlarında hissettikleri farkedilebiliyor. Olaylara başka açılardan bakmak, yeni yorumlar getirmek mümkün kılınabiliyor. Bu “yeninin boyutu” hissedilebiliyor ve her eksende yazarın kendi içinde geliştirdiği bir silsile olduğu da görünüyor. Buna bir yerde sanatın, özel bir başlık altında da edebiyatın gücü demek gerek. İnsanları, olayları ve varlığı anlamak konusunda edebiyatın ortaya koydukları oldukça değerli.


Klan’ın Türk ve dünya edebiyatına dair göndermeleri ve bünyesinde topladıkları ise ayrı bir konu. Romanın zemini oldukça derin kazılmış ve içine birçok farklı yapı toplanmış. Sözgelimi Oğuz Atay’dan Franz Kafka’ya kadar birçok farklı yazarın etkisi açıkça hissedilebiliyor. Yazarın modern ve post-modern teknikleri daha ilk sayfalardan itibaren işlek bir şekilde kullandığı anlaşılıyor. Bilincin kullanımı bu açıdan asıl  hattı gösteriyor. Kalender’in tüm bu üslupları kendinde toplayıp yeniden ürettiğini söylemek mümkün. Bilinç akışının üretimi özellikle bu açıdan öne çıkıyor. Işık Kutlu’nun başıboş yürüyüşleri sırasında bir anlığına da olsa Şato yolunda olduğunu düşünmemek imkansız gibi. Roman boyunca Auguste Rodin’den Henry Bosch’a kadar genişleyen bir başka sanat silsilesinden bahsetmek de mümkün. Böylelikle daimi geçişlerin olduğu varsayılabilir. Yazarın diğer sanatçılarla, yapıtlarla ve bir yerde İncil üzerinden de Tanrı’yla diyalog halinde olduğu söylenebilir.


Cem Kalender’in Klan’ı, Işık Kutlu gibi ilginç bir karakter üzerinden akan, bünyesinde birçok tekniği barındıran, anlatılanlarla kendine özgün bir yer edinmeyi başarmış bir roman.

 

Abdullah Ezik


abdullahezik@gmail.com

 

 

Kesişen Yolların Hikayesi: Derviş, İnan, Gonca

 


“Bazı insanlar kaderini takip eder, bazı insanları da kader takip ederdi…” (s.311)


Cem Kalender, kaderin mi onları onların mı kaderi takip ettiğini bilemediğimiz üç anlatıcı ile kurguluyor ikinci romanı Zamanın Unutkan Koynunda’yı.  Üçünün de çok farklı hayatları olmasına rağmen yolları bir şekilde kesişmiş Derviş, İnan ve Gonca’nın hikayesine ortak ediyor bizi. Bunu da onların iç dünyalarına yer vererek, bilinç akışı tekniğiyle kurguluyor. Bunda oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün. Roman, gerek anlatım tekniği, gerek karakterler bakımından ilk etapta akla Oğuz Atay’ı getiriyor ve romanın başından sonuna kadar Atay’ın esintisini hissettiriyor. Yazarın, verdiği röportajda Atay’dan etkilenerek, onu okuduktan sonra yazmaya başladığını söylemesi de bu kanıyı destekler nitelikte. 

 

Yalnızlık, boşluk duygusu, yabancılaşma, umutsuzluk ve “tutunamama” hali hakim romanda. Bu üç anlatıcıyı roman boyunca süren iç konuşmalarından tanıyoruz ve böylece yazar romana psikolojik derinlik kazandırarak çok katmanlı bir yapı oluşturuyor. Çoğul bakış açısına sahip roman aynı zamanda üç farklı zaman düzleminde ilerliyor, dolayısıyla kronolojik yapıda değil.


Üç anlatıcının birbiriyle tanışması hayatlarında kırılma noktası oluyor. Yolları gittikçe çıkmaza giren bu üç karakter okuru yaşadıklarıyla bir hayli sarsıyor, acıtıyor ve yer yer rahatsız ediyor. Yazar, gerek dili gerekse kurgusuyla aslında sıradan görünen hayatların bir yol ayrımında nasıl çıkmaza girebileceğini, nasıl yitip gidebileceğini gözler önüne seriyor.
Roman, sokağa çıkma yasağının olduğu yıllarda Derviş’in anlatımıyla başlıyor. Derviş, atandığı kente bir kütüphane memuru olarak işbaşı yapmaya geliyor ve dayısının evinin alt katına yerleşiyor. Sakin, uysal, uyumlu ve sosyal hayatı bir kahvehaneden öteye gidemeyen sıradan bir memur hayatı yaşayan biri Derviş. Memur olmak istemesi de aslında bu yüzden. Çünkü onun kişiliğine tek uygun meslek sabahtan akşama kadar masa başında oturmayı gerektiren bir meslek. Dayısının kızı Karanfil’i sevmesine rağmen aşkına cevap alamıyor, Karanfil’in ablası Sümbül’le evlen(diril)iyor. Bir gün işten eve dönerken yerde yaralı halde yatan on iki yaşında bir çocuğa rastlıyor. Onu hastaneye götürdüğünde kimi kimsesinin olmadığını ve yurttan kaçarken kaza geçirdiğini öğreniyor. Daha sonra bu çocuğun İnan olduğunu öğreniyoruz ve burası ikisi için kırılma noktasını teşkil ediyor.


İnan, yetiştirme yurdunda büyümüş ve birkaç kez yurttan kaçma girişiminde bulunmuş uçarı bir çocuk. Bu girişimlerden birinde bir taksinin kendisine çarpmasıyla adeta ölümden dönüyor. Hayatı uç noktalarda yaşayan, aykırı, marazi tutkulara sahip, okuru rahatsız eden bir karakter. Kadınları, kadın vücudunu bir meta olarak gören, bunu söylemekten de asla çekinmeyen, sorunlu bir karakter İnan. Ancak kendisinin ne olduğunun da daima farkında. Bir gün Derviş’in dayısının vefatı üzerine gittiği cenaze evinde Derviş’in eşi Sümbül’ün kızı Gonca ile tanışıyor. Ve bu tanışma ikisi için kırılma noktası oluyor. İnan’ın Derviş’in evine kalmaya geldiği zamanlarda birbirini tanıma fırsatı bulan bu iki gencin ilişkisi cinsellikten öteye gidemiyor. Bu da Gonca’da psikolojik çöküntüye sebep oluyor.

 

Gonca, yaşına göre oldukça akıllı, olgun, bir o kadar da depresif ve karamsar bir karakter olarak çiziliyor. Bu sinirli ve depresif halini annesine, üvey babası Derviş’e ve İnan’a dayandırıyor. Şöyle diyor Gonca :


“…İnan’ın beni bu şekilde aşağılaması, içimde erkeklere karşı nefret duygumun doğmasına sebep olmuştu. Aslında bunun öncesi de vardı. Esas bir babaya hiçbir zaman sahip olamayacağım gerçeği canımı sıkıyordu ama bunu içimde tutuyordum. Derviş benim için yedek bir babaydı…” (s.268)


Diğer yandan Gonca aslında cinsiyetinin farkına varıp bunu kabullenemiyor, kadın olmaya adeta dayanamıyor:


“Belki de asıl sorunum, kadınlık rolüne alışamamış olmamdı. Bunun sebebini tam olarak bilmiyorum ama kadınlık benim için oynanması sıkıntılı bir roldü. Cinsiyetimin farkına vardıktan sonra küçücük de olsa bir pipimin olmamasına ne kadar üzülmüştüm… Eğer annem doğduğumda pipimi kesmemiş olsaydı, şimdi güçlü bir erkek olabilirdim…” (s.268)


Fakat yazar bunu diğer yandan erkek egemen zihniyete dayandırarak romanda Gonca aracılığıyla erkek egemen zihniyetin de eleştirisini yapıyor. Gonca’nın güçlü bir erkek olmak istemesinde bunu görüyoruz. İnan’ın hayatına girmesiyle eşzamanlı olarak Gonca kronik depresyondan muzdarip olduğunu öğreniyor ve tam dört kez sinir hastalıkları hastanesinde tedavi oluyor. Gördüğü tecavüz rüyaları sonucunda uyumamak için kendisine fiziksel olarak zarar vermesi de okurda şok etkisi yaratıyor. Temelde baba eksikliği ve erken yaşta yaşadığı cinsel deneyim sinsice Gonca’yı esir alıyor. Hastalığı nedeniyle başvurduğu mazoşist yöntemler ise kan donduran cinsten.  Okur bu beklenmedik sahnelerde hayli sarsılıyor, şaşırıyor. Diğer yandan yazarın erkek gözüyle bir kadın karakteri böylesine psikolojik derinlikle vermesi de oldukça başarılı.


Romanın temposu asla düşmüyor. Özellikle İnan ve Gonca’nın anlattığı bölümlerde dil oldukça hareketli. Gonca’nın ve İnan’ın yaşadıklarıyla paralel olarak dil de inişli çıkışlı. Karakterlerin kullandıkları argo kelimeler yaşadıklarıyla ve karakterleriyle örtüşür nitelikte. Ancak Derviş’in anlattığı bölümlerde dil daha durağan. Mizacıyla uyumlu olarak Eski Türkçe kelimelerle örülü bir dili vardır Derviş’in. Kısacası romanda karakterler ve kullandıkları dil birbiriyle uyum içinde denebilir.
İçeriği kadar kurgusu ve anlatım tekniğiyle de başarılı olan Zamanın Unutkan Koynunda postmodern izler taşıyor. Yalnızca bilinç akışı tekniği değil, postmoderniteye ait başka izler de var romanda. Örneğin anlatıcıların bir romanın içinde olduklarını bilmesi ve bunun bir kurgu olduğunun da okuyucuya hissettirilmesi söz konusu. Gonca, metne açıkça roman diyerek gerçekçi olmayan, kurmaca bir metin olduğunu okuyucuya hatırlatıyor:


“Kusura bakmayın anlatımım metaforik çünkü roman yazıyoruz burada, kukla oynatmıyoruz.” (s.188)


Cem Kalender, ilk romanı Klan’daki başarısını ikinci romanında da sürdürüyor. Ve okuyup bitirdikten sonra güzel bir tat bırakıyor hafızada.


Ceren Yücel


cerenyucel.smyrna@gmail.com

 

Gergedanlaşmak


Yaşarken klasikler arasına girmeyi başaran Eugene Ionesco’nun meşhur Gergedanlar oyunu bir taşra kasabasının meydanından bir gergedanın homurtularla koşarak geçmesiyle başlar. Gergedan ters yönden gelip yeniden bütün hışmıyla geçtiğinde kasabalı gergedana karşı bir önlem almak yerine onun türü hakkında konuşmayı seçer. Günler geçtikçe kasabadaki gergedan sayısı artar, kasabalılar yavaş yavaş gergedana dönüşmeye başlamıştır. Herkes gergedanlaşmadan payını alacaktır. Gergedana dönüşenler sokaklarda önüne çıkanı ezerek, homurtularla ve inlemelerle kendilerince marşlar söyleyerek gergedan olmayanları yok etmektedir. Geriye gergedanlaşmayan bir tek Berenger kalır. O da gergedanlaşmaya karşı insan olmayı sonuna kadar sürdüreceğini haykırır. 


Kahramanmaraş’ta 19 Aralık 1978 gecesi başlayan şiddet olayları Alevilere yönelik günlerce süren bir katliama dönüştü. Kendisine katılanlarla çığ gibi büyüyen güç, gergedanlaşanlar karşısında “öteki” olarak görünenleri hedef alarak önüne çıkanı yok etti.


2011 yılında ise Kahramanmaraş’ta annelerinin ölümünden sonra Raden (31), Sacen (27), Rulin (30) ve Belaris (26) isimli dört kardeş ayrı ayrı odalarda kendilerini asarak intihar etti.


Kayıp Gergedanlar romanında Cem Kalender bu iki vahim olayı birbiriyle bağlantılayıp karanlık, gerçeküstü, kabusvari bir atmosferde gergedanları arayan bir veterineri de dahil ettiği bir kurgu düzlemine aktarıyor. Üç koldan akan metnin gerçeküstü düzleminde kasabaya yeni gelen veteriner Sümer Bey Binyayla’da bakımını üstleneceği gergedanlara ulaşmaya çalışır, fakat bu gergedanlar dışında her şeyle karşılaşır. Yeni doğmuş ve çıplak bedenine tekrar tekrar bakıp ağlayan bebekler, bebeğinin organlarını ortalığa saçılmış halde gören ve bebeğini tekrar birleştiren anneler,  bir buçuk yaşında avcılık yapan çocuklar, kaybolan çobanlar…


Sümer Bey’in karısı Suna Hanım ve Arbor, Nubes, Nature ve Terra isimli dört çocuğunun yaşadıkları etrafı yüksek duvarlarla çevrili ev ise başka bir düzlemdir. Bu evde Suna Hanım’ın fallokrasiyi reddedip eğitici, kural koyucu, karar verici, tek öğretici olarak kendi iktidarını kurduğu,  bunu da çocuklarını dış dünyanın tehlikelerinden koruma amacıyla inşa ettiği görülür. Tüm değerleri ikiliklere dönüştüren indirgeyici eril toplumsal düzen normdan sapmayı normal-anormal ikiliğinde kodlar ve Suna Hanım ikinci tanımla yaftalanır. Suna Hanım’ın mikro ölçekte kurduğu alternatif düzen düzensizlik olarak etiketlenir ve toplumun tüm kurumlarına, gündelik rutinlerine bu düzeni yerleştirmiş olanlarca yok sayılmaya çalışılır, çünkü Suna Hanım kültürün tahsis ettiği düzenin dışına çıkmaya çalışır. Fabrikasyon bireyler yetiştirmez. Dolayısıyla kasabalı, yani evin dışında olan düşmanlar bu ailenin uzaydan gelmiş olabileceğine inanır. Suna Hanım masalları bilindik şekilleriyle anlatmayı çocukların gelişimi açısından zararlı, sağlıksız bulur. Çocuk gelişiminin sağlıklı ilerlemesi için “Yatmışlar, kadın ile erkek arasında cinsel birleşme gerçekleşmiş,” gibi boş hayal gücüne sebep olmayan gerçek cümlelerle anlatır çocuklara masalları. Psikolojik virüslere açık olduğunu düşündüğü için onları okula göndermez.  Kendi öğretmenlik yapar. Farklı yazılıp farklı okunan ama aynı anlama gelen sözcükleri öğretirken yerleşik dilbilgisi kurallarının ötesine geçer: “Çocukların dikkatini bir tebessümle kontrol etti. ‘Örnek yazıyorum tahtaya.’ Erkek-Kadın sözcüklerini yazdı. ‘Çocuklar, bunlar aynı anlama gelir. Erkek ve kadın sözcükleri aynı anlama gelir. (…) Siyahla kara nasıl ki aynı anlama geliyor, kadınla erkek de aynı anlama gelir.” 


Cinsiyet kavramları infilak edince fallik kültür üzerine inşa edilmiş toplum indirgemecilikten ve ikiliklerin iktidarından kurtulacaktır, Binyayla’daki çocuklar bu yüzden cinsiyetsizdir. Suna Hanım da çocuklarının cinsiyet ayrımını öğrenmediği bir dünya kurar.  


Suna Hanım’ın çocukları için alternatif bir dünya kurmasına sebep olan sorunlu toplumsal düzeni devam ettiren indirgemeci ikilikler Suna Hanım’ın çocukluğunda da ben/öteki, biz/onlar, saldırgan/kurban şeklindeki karşıtlıklardır. Öteki’ne karşı tavır takınan, hakimiyet kurma, boyun eğdirme biçimlerinin kaynağı, psikolojik ve toplumsal fallik kimlik ve kültürdür. Hakimiyet kurma ve ötekileştirme çılgınlığıyla fallokratik düzen Maraş Katliamı'nda da toplumu büyük bir felakete sürükledi. Bu düzen diğer bütün toplum kurumlarıyla, medyasıyla bu düzenden memnun olanlara öyle haz verdi ki bu kanlı katliamda tecavüzlere, tacizlere, doğmamış bebeği ölmüş annesinin karnında kurşunlayanlara kimse karşı çıkmadı. Çünkü fallusa sahip olan istediği her şeyi yapma hakkını doğuştan elde ediyor(!) Suna Hanım bu yüzden Binyayla’ya geldiğinde fallusu hatırlattığı için ilk kavak ağaçlarını kestirir. Sazlıktaki, çocuklarını korkusuz büyüten, babayı reddeden dört çocuklu anne Suna Hanım’ın benlik ikizidir. O çocuklarına babayı yerde sürükletir, babayı kuyuya atar. Ayna metaforunu birkaç defa gördüğümüz sazlıktaki düzlemde kadın aynayı kırıp aynanın diğer tarafında mahsur kalmış ikinci benliğine ulaşmıştır.


Yazma eylemi  Sartre’ın Sözcükler’inde dile getirdiği şekliyle “canlı şeyleri yakalayıp kapan görevi gören sözcüklere hapsetmek” olduğundan erkek yazarlar gerek dini metinlerde gerek edebi metinlerde kadın karakterler üzerinde mülkiyet hakları olduğunu varsaymışlardır. Suna Hanım, dini metinlerdeki erkek tarafından, erkekten ve erkek için yaratılan kadını yeniden yazar. Adem ile Havva öyküsünü, kadını teslimiyetten, tefekkür halindeki yalnızlıktan ve erkek metinlerine hapsedilmiş birer imge olmaktan çıkarıp kadının isyan ve eylemine dayalı bir metin haline getirir.


Nihayetinde Kayıp Gergedanlar sosyoloji, psikanalitik, fantastik, tarih, siyaset, feminizm,  varoluşçuluk, dil, kurgu gibi her başlıkta ayrı ayrı okuma yapma imkanı vermesinden dolayı bereketli bir roman.  


İpek Bozkaya

 

Eski Anlatılar Bahçesi



Antik Yunan anlatıları, kutsal metinler, Doğu öyküleri, söylenceler...  Hepsi bir romanda nasıl işlenir? Bunun yanı sıra bütün bu anlatılar ele alınarak nasıl bir dil düzeneği oluşturulur? Cem Kalender'in bu soruların yanıtını, Kasımpaşalı Oedipus (2015) adlı romanında vermeye çalıştığını görüyoruz. Roman, Antik Yunan tragedya yazarı Sofokles’in Kral Oedipus piyesinin baş kahramanı olan Kral Oedipus’un yaşam öyküsünün yeniden yazımı olarak karşımıza çıkıyor. Elbette hareket noktası bu metin olmakla birlikte, kutsal metinler, Homeros’un dili, başta Firdevsi’nin Şehnâme adlı yapıtı olmak üzere Doğu öyküleri ve söylencelerini bir potada eritebilmesi, Kasımpaşalı Oedipus’un ne kadar başarılı bir roman olduğunu gösterir.


Cem Kalender, altı paragraflık bir sunuş koyuyor yapıtının başına. Bu önsözde, beslendiği kaynakları ve anlatısında izlediği yöntemi kısa cümlelerle haritalandırıyor yazar. Bu haritada birçok eski anlatı mevcut; Prometheus, Homeros, Sofokles, Firdevsî, Sümer anlatıcıları, Eski Ahit, Yeni Ahit, Kur’an... Yazar, sunuşun altıncı ve son paragrafında Türk edebiyatının modern dönem şairlerinin dillerine başvurduğunu belirtiyor: Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Edip Cansever...

 

Kutsal metinlerde anlatıcı (Tanrı), ‘‘dedim ki’’, ‘‘buyurdum’’ gibi kalıplar kullanır. Kasımpaşalı Oedipus’ta da diyaloglar bu organizasyon şemasıyla oluşturulmuş. Hemen sunuş haritasına döndüğümüzde ‘‘Homeros’un dili...’’ diye bir ifade görüyoruz. Kutsal metinlerden önce, Homeros’un anlatıcılığını üstlendiği İlyada ve Odysseia destanlarında böyle bir kalıbın kullanıldığını belirtelim. Romanın hemen her cümlesinde Homeros’un hikaye anlatıcılığının gölgesi hissediliyor: ‘‘Atreusoğulları soyundan kral Agamemnon’a denk Anastasio vardı Akhaların başında,’’ (s. 18)  cümlesi Odysseia’nın öyküsünden fırlamış gibi. Bu alıntının bir paragraf öncesinde İbn Haldun’a dayandırılan ve Türkiye’de birçok kişinin Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait olduğunu kabul ettiği, ‘‘Coğrafya kaderdir,’’ sözüne bir atıf var: ‘‘Bu coğrafya bizim kaderimiz, Parvasya bizim kaderimiz.’’ (s. 18)  Dilsel yapı birden felsefî bir düzlem ve yazınsal bir düzlem arasında aidiyeti henüz kesinleşmemiş bir biçime evriliyor böylece. Yazar, eski anlatıların dilinden ve düşüncesinden hızlı bir biçimde, üstelik romanın bağlamı ve içerik organizasyonu hasar görmeden modern zamanlardaki dil ve düşünce dizgesine geçebiliyor.


Antik Yunan dünyasının bereket tanrısı Artemis’tir. Fakat romanda Kibele vurgusu dikkat çekiyor. Hitit mitolojisine ve dolayısıyla da Anadolu uygarlıklarının dili ve kültürü de metne dahil oluyor. Bu zenginlik bir bakıma tehlikeli. Sözünü ettiğim bir potada eritilen dil düzeneği, eğer başarısız olursa, yapıt, savruk ve içinden çıkılmaz, dilsel olarak anlaşılması güç ifade kusurlarının yüzdüğü bir havuza dönüşebilir. Fakat Kasımpaşalı Oedipus bu zenginlikten başarılı bir biçimde yararlanıyor ve adeta dili yeniden şekillendiriyor.


Eski anlatıların dilinin metne ne kadar katkıda bulunduğundan bahsederken Ahmed Arif’in başkaldıran şiirsel diline de değinmek gerek. Şairin, şiirlerinde kullandığı dil, her an devrim yapmaya hazır bir militanın dilini çağrıştırır. Romanda ise slogan ve marşlarda görülen bir tür haykırma ezgisi görülüyor. Sözgelimi, ‘‘ey ulucanlı kral’’, ‘‘oynak tolgalı Galius’’, ‘‘Yüce Helios’’, ‘‘kendimiz için, geleceğimiz için,’’ gibi ifadelerle roman, başta Ahmed Arif olmak üzere Nazım Hikmet ve Edip Cansever’in, yazarın sunuşta belirttiği ‘‘bir kırbaç gibi’’ kullanılan diline dönüşüyor bu kez.


Yazınsal üretimde dilin biçimlenmesine katkı önemli bir yazarlık aşamasıdır. Sözgelimi, Türk edebiyatında Bilge Karasu veya Fransız edebiyatında Alain Robbe-Grillet ortaya koydukları ürünlerde dil ile ilişkileri buna örnek verilebilir. Cem Kalender, Kasımpaşalı Oedipus’ta zengin bir anlatı kültüründen beslenmekle birlikte özgün ve özgül bir söylem ve ifade biçimi geliştirmiş. Romanda bir yerde Sümerli anlatıcılar metnin öznesi olurken bir başka yerde Homeros’un dili anlatıcılığı üstleniyor. Bunun yanı sıra aynı paragrafta bir yanda kutsal metnin anlatıcısı olan Tanrı devreye girince, Anadolu uygarlıklarından kalma metinlerin anlatıcıları eşlik etmeye başlıyor. Bu da yazarın romanını inşa ederken sunuşta sözünü ettiği zengin birikimden nasıl yararlanacağını bir plan çerçevesinde ana hatlarıyla düşündüğünü gösterir nitelikte.


Son olarak, Kasımpaşalı Oedipus romanı, son yıllarda yayımlanan romanlar arasında eski anlatılardan beslenme veya eski anlatıların yeniden yazılması düzleminde en başarılı yapıtlar arasında sayılabilir. Bunu gerek dili kullanma açısından gerek yararlandığı kaynakları özenli bir biçimde işlemesi anlamında rahatlıkla söylemek mümkün.


Yavuz Yalçın

 

   
 

Abdullah Ezik:  Klan'da birçok farklı anlatı yöntemini denediğiniz, farklı biçimleri birleştirdiğiniz görülüyor. Üstelik tüm bunlar ana karakterin ruh haliyle uyum içinde. Bu yapıyı kurarken karakterden mi yola çıktınız, yoksa yapıya uygun bir karakter mi meydana getirdiniz?


Klan benim için bir romandan çok bir yazın sahası mahiyetinde. Dili  anlatı sahasında ne kadar esnetebilirim, ne kadar genişletebilirim, öznenin dil kompleksinin ne kadarını anlatabilirim, eşyanın dilini hangi ölçüde kullanabilirim? Bu sorular üzerinde ilerlemeye çalıştım. Klan’da yapı karakter uyumu ya da uyumsuzluğundan çok yapıyla karakterin ayniliğinden bahsedebiliriz. Zaten kitabı okumaya başladığınızda seslerin gittikçe iç içe girdiğini görürsünüz. Konuşanın nesne mi özne mi olduğunu ayırt etmek gittikçe güçleşir. 


A.E: Klan'da insanlık tarihinin belli başlı kırılma anlarına açık göndermeler var. Buna paralel olarak Işık Kutlu'yu neyin temsilcisi olarak görebiliriz? O açıkça bir göndermeler toplamı mı, yoksa insanoğlunun bütün gelgitlerini bünyesinde toplayan bir karakter mi?



Işık Kutlu bir nevi insanın temsilcisi durumunda ama sadece bu değil, kendi üzerinde nesneleri de anlamaya, tanımlamaya çalışıyor, lakin bu beceriden yoksun; takılıyor, tekliyor. Puplius Terentius’un bir sözü vardır, çok beğenirim; “İnsanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir.” Bir de Halife Ali’ye atfedilen başka bir söz vardı; “İnsanlar arasında yalnızca bir insan olmak.” Aslında bu iki sözün birbirleriyle sıkı bir rabıtası vardır. İnsanı bu iki söz üzerinde tanımlayabilirsin. Işık Kutlu, önce bir insan, insanlar arasında ve bu insanların ne yapabileceğine dair potansiyeli biliyor ama kırılgan, dirençsiz, şaşkın, tedirgin ve en önemlisi de acemi. Her dehşetli durum karşısında şaşıyor sanki ilk defa karşılaşıyormuş gibi. İnsanı davranışını biliyor, tanıyor ama tecrübe kazanamıyor hatta her yeni durum karşısında daha da acemileşiyor.

A.E: Her karakteriniz gücünü var olmuş bir başka insanoğlundan alıyor. Romanda yer bulmadan önce dünyaya adım atmaları gerekiyor gibi. Bir dönüşüm gibi her şey. Bu açıdan romanınıza taşıdığınız kişilerin kurgu/gerçek ekseninde sizde uyandırdıkları neler?


İnsanın hikayesi aslında var oluşun anlaşılamazlığı üzerine kurulu. İnsan kendi var oluş hikayesini kavrayamıyor, bunun mümkün olmadığının da farkına varamıyor ve hikaye tam da burada başlıyor. Misal bir ağacın, ormanı bütünüyle görmesi mümkün olmaz; zira konumlandığı yer buna müsaade etmez. Ağacın ormanı görmesi için dışarıdan bakması lazım manzaraya. İnsan da böyle, kendine ait bir bakışla, bir dille insanı tanıyamaz, çözümleyemez. Ama ısrar eder hikayesini anlamak için, bu ısrar onu eşyanın diline yaklaştırır istemeden. Bu daha da karmaşık bir hale sokar durumu, zira kendi dilinin çoklu, kompleks yapısının yanına eşyanın dilini de eklemiş olur.


Klan’daki karakterlerin var oluş hikayelerini bu bağlamda yazmaya, anlatmaya çalıştım. Dilinin çoklu yapısından boğulan karakterler bundan kurtulmak için eşyanın diline sığınıyorlar.

Ceren Yücel: Zamanın Unutkan Koynunda romanınızda üç farklı anlatıcı görüyoruz. Derviş, İnan ve Gonca. Birden fazla anlatıcı tercih etmenizin sebebi nedir?


Bazı romanlar başka bir şekilde anlatılamayacağı için bir tek yola mecbur kalır yazar. Romanı kurguladığımda aklıma başka bir anlatım tarzı gelmedi, daha doğrusu diğer anlatım seçeneklerini romana uydurmam mümkün olmadı. Birden fazla anlatıcı koşuyorsanız metne bu anlatıcıların sizin zihninize girmiş, zihninizi yönetebiliyor olması gerekir. Bir yazar olarak bunu sağlayabilirseniz üç karakteri çok farklı kılabilirsiniz ama anlatıcıları siz yönlendirir, onları eğip bükerseniz o zaman anlatıcılar belli bir yerden sonra tek bir karaktere evrilir.

C.Y: Aynı romandan devam edersek... İki erkek anlatıcının yanında dikkatimi özellikle kadın anlatıcı olan Gonca çekiyor. Psikolojik derinliği fazla olan bir karakter. Siz bir erkek gözünden bir kadını böylesine derinlikli çizmeyi nasıl başardınız? Güç olmalı.



Erkek bir yazar olarak kadın zihnini metne aktarmak çok güç, hele ki nevrotik bozuklukları olan klinik depresif genç bir kadını. Bunu başardığımı söylemek güç olur ama elimden geleni yaptım diyebilirim.


Demin de dedim, yarattığınız karakterin sizin zihninizi kontrol ediyor olması gerekir. Yazarken zihnimi esnetirim, mümkün olduğu kadar kendimi metinden uzaklaştırmaya çalışırım. Ek olarak da yaptığım okumalar, araştırmalar, gözlemler, izlemeler yazmamı kolaylaştırır.

C.Y: Zamanın Unutkan Koynunda postmodern izler taşıyor. Anlatıcıların iç konuşmaları, romanın üslubu bana Tutunamayanlar’ı çağrıştırdı. Aslında Derviş, İnan ve Gonca’nın da birer “tutunamayan” olduğunu söylemek mümkün değil mi?


Ben bu karakterleri yaratırken yahut çizerken üzerlerine yakıştırabileceğim üç farklı elbise çizdim. Derviş, miskin, klasik, gelenekçi, muhafazakar... Ancak klasik bir anlatımla Derviş’i bu kavramlar üzerinde canlandırabileceğimi düşündüm. İnan ise ancak postmodern bir anlatıda anlamlı bir karakter olabilirdi. Gonca ise Derviş’in yanında aldığı kültür ve İnan’la münasebetlerinden sebep hem klasik hem postmodern anlatıyla kompleksleşeceğini düşündüm.


İpek Bozkaya: Kayıp Gergedanlar’da ilerleyen üç ayrı düzlem var, Sümer Bey’in gergedanları aradığı atmosfer, Suna Hanım ve çocukların içinde bulunduğu ev ve Suna Hanım’ın çocukluğu. Bu mekanlar değiştikçe dil de değişiyor, farklı farklı yazarların ellerinden çıkmışçasına bölümler okuyoruz. Bunu nasıl başardınız, dilinizi kurarken nelere dikkat ettiniz? Dilin yetersizliği endişesi karşısındaki duruşunuz nasıldı?


Bölümleri ya da karakterleri oluştururken kurguya ya da atmosfere göre bir dil oluşturmaya çalıştım. Sümer Bey’in hikayesinin geçtiği Binyayla, boğucu, bunaltıcı ve oldukça can sıkıcı; bu atmosferi oluşturacak bir dil kurmalıydım. Ya da Suna Hanım’ın çocukluğunun geçtiği katliam bölümlerini basit bir dille anlatmalıydım ki korkunç gerçekliği dil ile perdelememiş olayım. 

İ.B: Kayıp Gergedanlar tek başına bir Maraş Katliamı kitabı olmadığı için dille kurduğunuz bu kurgusal evreni tarihi, siyasi gibi kavramların yanında Kafkaesk, gerçeküstü, varoluşçu açılardan da okuyabiliriz. Peki görmek istediğimizde kadın meselesini de listede en tepeye koyabileceğimiz bu romanı feminist bir roman olarak okumak mümkün mü?



Hiç öyle düşünmedim. Suna Hanım bir kadını ya da kadınlığı temsil etmiyor. O, başkası, diğeri, yabancı olan, öteki olan, kültüre ait olmayan, topluma ait olmayan, anneye ait olan, enseste ait olan. (Burada ensesti bilinen manasında kullanmıyorum)

 

Burada katliamın psikolojisini Lacancı psikanaliz üzerinde tanımlayabileceğimi düşündüm. Suna Hanım’ın kültüre karşı aldığı köktenci tavır da ancak Lacancı psikanaliz üzerinde tanımlanabilirdi.



İ.B: Kayıp Gergedanlar ile ilgili olarak, gerçekte romanı tetikleyen vahim olayda intihar eden dört kardeşten hiçbiri kurtulamıyor ama kurguda annesinin kurduğu dünyadan kaçıp hayatta kalan Arbor’un akibetini bilmiyoruz. Siz biliyor musunuz?


Bunun sebebini başka yerlerde, başka saiklarla da söylemeye çalıştım “Hayat kurgudan daha acımasız,” diye. Bu romanın nüvesi bu galiba; hayat kurgudan çok daha acımasız. Arbor’un akıbetini ben de bilmiyorum gerçekten, okurun imgesine bıraktım. 

 

Yavuz Yalçın: Kasımpaşalı Oedipus adlı romanınızın önsözünde beslenme kaynaklarınızı kısaca belirtiyorsunuz. Homeros'un dili, kutsal anlatılar, doğu anlatıları vb. Yapıtınızı oluştururken sözünü ettiğiniz metinlerden nasıl yararlandığınızı biraz daha açabilir misiniz?


Bana göre her edebiyatçı için mitoloji güçlü bir kaynak. Yazarken bir ayağımı mitler üzerine koyuyorum, bu da yazmak için bana geniş bir alan yaratıyor. Fakat Kasımpaşalı Oedipus'u yazmak için tamamen mitolojinin anlatı merkezine indim. Günümüz Türkiye’sinin hikayesini 3000 yıl önceye götürdüm. Basit bir mantık izleğinde "Gezi Direnişi hikayesini Homeros’un dilinde nasıl okurduk?" sorusu üzerinde yazınsal bir cevap oluşturmaya çalıştım. Buna ek olarak da metni Anadolu topraklarının büyük ozanlarının dili ile zenginleştirdim.

Y.Y: Eski anlatıların doğası gereği bazı sabit ölçütler çerçevesinde inşa edildikleri yönünde genel bir kanı vardır. Tekil izlek, tek tip kahraman, olay örgüsünün kronolojik bir biçimde aktarımı gibi. Modern sonrası dönemde okurun talep ettiği  birtakım ''değişkenler'' devreye girmeye başladı. Yapıtta yer alan her bir karakterin ayrı birer öyküsü olması, çoğul izlekler, olay örgüsünün dönemin bir yansıması olarak karmaşıklığı/düzensizliği gibi. Bu sabit ve değişken ölçütler ışığında siz, Kasımpaşalı Oedipus'ta nasıl bir yol izlediniz?


Bir adaptasyon aslında bu kitap. Hem dil hem kurgu olarak günümüzden bağımsız değil ama ana damar Homeros anlatısı. Bir de üzerine Nazım gibi, Yaşar Kemal gibi, Ahmet Arif gibi bu coğrafyanın en büyük ozanlarından destek görünce böyle bir kitap çıktı ortaya.

 

 


 

 

 

Görsel: Fırat Bilal

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.