Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Sinema // Sibernetik ruhlar




Toplam oy: 671
Efsanevi manga serisi Ghost in the Shell günümüze ve yakın geleceğe dair öylesine çok şey yakalıyor ki, onun tekrar tekrar beyazperdeye uyarlanmasına, televizyon dizilerine kaynak metin olmasına, video oyunlarına ilham vermesine şaşmamalı.

William Gibson’ın Neuromancer’ını hatırlatan bir cyberpunk estetiği, siber çağda zihin ve beden ilişkisine ve epistemolojiye dair kafaya üşüşen sorular; kara filmlerden ödünç alınmış gibi duran sıkışık ve kasvetli kent sokaklarında durmak bilmeyen aksiyon, siber casuslar, başkalarının zihinlerini hack’leyen teröristler... Masamune Shirow’un yarattığı efsanevi manga serisi Ghost in the Shell günümüze ve yakın geleceğe dair öylesine çok şey yakalıyor ki, onun tekrar tekrar beyazperdeye uyarlanmasına, televizyon dizilerine kaynak metin olmasına, video oyunlarına ilham vermesine şaşmamalı.

 

Bu bol katmanlı mangadan esinlenen onca yapım arasında herhalde en çok endişe yaratanı, Scarlett Johansson’u Binbaşı Motoko Kusanagi rolünde izleyeceğimiz taze Hollywood uyarlaması. Filmin oyuncu kadrosunun açıklanmasının ardından yeniden gündeme gelen “whitewashing” tartışmalarını, yani Hollywood’un farklı coğrafyalarla ve farklı milletten insanlarla özdeşleşmiş öykülerde bile hep kendi seyircisinin aşina olduğu “bembeyaz” yıldızları başrole yerleştirmesini sineye çeksek bile, endişeler bununla sınırlı değil. Filmden paylaşılan ilk görüntülere bakacak olursak, görsel olarak hayli şaşaalı ve çekici bir dünya yaratılmışa benziyor. Cyberpunk estetiğinin “live action” bir filmde bu kadar iyi kurulduğunu görmek heyecan verici aslında. Ne var ki, The Guardian’da Ben Child’ın kaleme aldığı yazıda söylediği üzere, serinin temelinde yatan ruha ve onu bu kadar kıymetli kılan cesur fikrî dünyaya aykırı bir uyarlamayla karşı karşıyayız gibi gözüküyor. (Ben Child, “Worse than a whitewash: has Ghost in the Shell been Hollywoodised?”, The Guardian, son erişim 16 Ocak 2017.) Filmin kısacık tanıtım videosu bile, bu yeni Ghost in the Shell’in büyük oranda, sentetik parçalarla insana ait organların birleşimiyle ortaya çıkarılan siborgların, onların ellerinden “çalınan” insanlıklarına dair özlemine ve onlara bunu yapanlardan intikam alma güdülerine yoğunlaşacak gibi duruyor.

 

Mamoru Oshii’nin 1995 yılında çektiği ve Wachowski’lerin The Matrix serisine ilham veren şeylerin başında gösterilen anime Ghost in the Shell’de, Binbaşı Motoko’da başlarda sebebini tam olarak kestiremediği bir hüzün vardır gerçekten de. Filmi bu denli etkileyici kılan da, Binbaşı’nın adını koyamadığı bu hüzünle şehrin tamamını saran melankoli arasındaki koşutluktur bir bakıma. Ancak hikaye ilerledikçe, Binbaşı’nın hislerini anlamaya başlarız. Onu sürekli tedirgin kılan, bedeninin geçmişteki konumuna yönelik bir özlemden ziyade, şu anki varlığının, yani sibernetik ağlara bağımlı olarak yaşayan, sürekli sentetik bazı “tamir”lere muhtaç olan varlığının, makine ve insan arasındaki çizgideki muğlak konumudur. Herkesin hafızasının hack’lenebildiği, zihinlere yapay anıların ekilebildiği ve yapay anılarla hakiki anıların ayrımının imkansız olduğu bir sibernetik varoluş halinde, kendini nasıl konumlamalıdır? Hissettikleri kime aittir? İçinde bir yerlerde varolduğunu, onun hareketlerini güdülediğini düşündüğü şey bir ruh mudur? Yahut siborgların karmaşık sinir sistemlerinden bahsederken kullanılan tabirle bir “hayalet” midir? Siborgların sentetik kabuklarının içindeki hayalet ile hiçbir müdahaleye uğramamış insan bedenlerinin içindeki ruh arasındaki ayrımı kim çizebilir?

 

Derin devletin tüm pis işlerini yürüten bir anti-siberterörist şubesi için çalışan Binbaşı Motoko, Kuklacı olarak anılan bir hacker’la ilgili davada işte tüm bunlardan şüphe etmeye başlar. Yalnızca görevini değil, kendi varlığını, kendi bedeninin sınırlarını, kendisine dair o güne kadar inandığı her şeyi de sorgulamaya koyulur. Zira Kuklacı ona pek çok yönden benzemektedir. Bu hakkında pek az şey bilinen siber terörist, diğer siborgların “hayalet”lerine fısıldama gücüne sahiptir. Sibernetik ağın içine kendini sızdırır ve orada farklı bir oluş, farklı bir yaşam modu yakalar. O ağın içinde kadirimutlak bir varlık kazanır ve artık bir bedene, bir kabuğa ihtiyacı kalmaz. Binbaşı Motoko’nun beden-zihin, insan-makine ikiliklerinin bulanıklığından kaynaklı hüznü de, Kuklacı’nın adeta bir siber peygamber gibi sunduğu bu yeni fikirlerle giderek silinir; melankolisi umuda dönüşür. Ancak bu umut, yalnızca siborglar için mi vardır, yoksa bedeni hiçbir müdahaleden geçmemiş insanlar ile siborglar için ortak bir umuttan söz etmek olası mıdır? Orası biraz belirsizdir Oshii’nin animesinde.

 

 

Siborg manifestosu

 

Mamoru Oshii’nin bu başyapıtı, 10 yıl önce Donna Haraway’in yazdığı ve büyük ses getiren Siborg Manifestosu’nu (Agora Kitaplığı, 2006) yankılar pek çok açıdan. Haraway, bu çok tartışılan makalesinde, sibernetik ağlarla hemhal olan, organik parçalarla sentetik parçaların harmanlanışıyla başkalaşım geçiren bir yeni türü tasavvur eder. Haraway’in tarif ettiği bu yeni varoluş şeklinde, toplumsal cinsiyet, farklı bedenleri algılarken bir kıstas olmaktan çıkar. Haraway’in söz ettiği melez varlıkları oluşturan şey, yalnızca bildiğimiz anlamıyla bir “sosyal gerçeklik” değildir artık, siber ağların içinde edinilen deneyimler de bu melez zihnin, bu melez benliğin parçasıdır. Hakikat değeri açısından iki deneyimin farkı kalmamıştır. Haraway, bu siber alanda yeniden kurulabilecek kimliklerde, devrimci bir potansiyel, toplumu ve tarihin akışını kökünden değiştirebilecek olanaklar görür. Elbette Haraway’in teorisi feminizm, Marksizm, psikanaliz gibi köklü kuramsal geleneklerle girilen tartışmalar üzerinden şekillenir ve burada birkaç satırda özetlenemeyecek kadar karmaşıktır. Onun siber ağların içinde gördüğü devrimci olanak, Mr. Robot’takine benzer bir dâhi hacker numarası değildir. Haraway, siber ağların akışkanlığında farklı şekillerde birbirine bağlanan, birbiriyle iletişim kurma biçimleri ve dolayısıyla benlik algıları, kimlikleri toptan değişen yeni tür insanlardan bahseder. Bu melez varlığın bedeni de ruhu da (hayaleti de) bizim bildiğimiz kalıpların ötesinde tanımlanmalıdır.


İşte Mamoru Oshii’nin Binbaşı Motoko’su, toplumsal cinsiyet kalıplarının ötesine yerleşen varlığı ve siber ağın içinde eriyip giderek kendine bedensiz bir oluş kurma ihtiyacıyla Haraway’in kehanetindeki o melez insana denk geliyordu pek çok açıdan. Şimdi Rupert Sanders imzalı yeni Ghost in the Shell’den “kaybolan insanlığa ağıt” minvalindeki ilk görüntüleri izleyince haklı sebeplerle kötü hissediyor kendini insan. En başta, bunu, bilimkurgunun özünde yer alan şeye, yani mümkün dünyaları olabilecek en girift ve ahlaki olarak en çetrefil haliyle yansıtma sorumluluğuna bir ihanet olarak algılıyorsunuz. Ghost in the Shell gibi, bilimkurguyu düşünsel bir platform olarak kullanmayı başaran, hem de popüler türlerin kalıpları içinde bunu yapan bir örneğin geniş kitlelere ulaşırken hakkının verilmesini istiyorsunuz. Bu da gayet anlaşılabilir bir his. Son hükmü vermeden önce filmi izlemek gerektiğine şüphe yok, ancak bu hayli cilalı yeni uyarlamada Haraway’in fikirlerinin yüzeysel bir yansımasına bile rastlamak şaşırtıcı olacak.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.