Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Sonsuzluğun Şiiri: Edip Cansever



İyi
Toplam oy: 1220

Cemal Süreya, 99 Yüz’e İlhan Berk’i ve Sezai Karakoç’u yazdı İkinci Yeni’den. Onun izdüşümünü de Nazif Kocayusufpaşaoğlu yazdı. Edip Cansever ve Turgut Uyar’a, armağanların en değerlisini verdi, birer şiir yazdı. Birer Cemal Süreya şiiri olarak da fevkaladedir Turgut Uyar ve Edip Cansever.

 

 

Birbirlerini şiirde ağırlamak da sayılır bu, konuklar kıymetliyse, yani ağırsa, ağırlamak da ağırlayanı onurlandırmaz mı bir kez daha? Şiirin Türkçesini onurlandıranlar ve zannımca da onurlandırmaya devam edecek olanların ağırlığı, yoğunluğu birbirlerine verdikleri kıymetten de anlaşılır. En çok da bundan anlaşılır sanırım. Galiba anlamamız gereken de budur. Şiir yazmanın da varsa bir önemi, bir kaç önemi, biri de budur. Ece Ayhan’la Cemal Süreya ise birbirlerini en çok, en uzun süre ağırlayan İki Yeni’dir. Cemal Süreya’nın İlhan Berk ve Sezai Karakoç’u yazıya, Ece Ayhan’ı konuşmaya, Turgut Uyar ve Edip Cansever’i şiire bırakması ise, bence hem bu şairlere hem de şiire, yazıya ve söyleyişe ayrı ayrı verdiği değeri ve önemi gösterir. Ve Edip Cansever için yazdığı şiir, onun sitemli bir şiirine hak vermesi anlamına da gelir: “Alkolden öldü diyorlar yalan/sevgisizlikti onu aramızdan çekip çıkaran”. Süreya da incelikle’fazla yalnızlık’ yerine ‘fazla şiir’den söz eder:“yeşil ipek gömleğinin yakası/
büyük zamana düşer./
her şeyin fazlası zararlıdır ya,/
fazla şiirden öldü edip cansever.” Şimdilerde hem İkinci Yeni hem onun şairlerinin, İkinci Yeni’yle olan uzaklıkları yakınlıkları didik didik ediliyor ya, bence gerek yok, Edip Bey’in “ne çıkar siz bizi anlamasınız da” dediği kadar bir şey bu sanırım, hem sahi ne çıkar, bu şairler İkinci Yeni’den  olmuş olmamış, orada kalmış kalmamış, birbirlerine verdikleri kıymet, ki aynı zamanda kendi şiirlerinden doğru onların şiirlerine verdikleri kıymetle de ölçülür, yeterlidir.  

 

 

 

 

Edip Cansever’in 25. ölüm yıldönümü 28 Mayıs 2001 Cumartesi günü. Ataol Behramoğlu’nun güzel şiirlerini çok sevmeye gençken başlamıştım, sonraları şiir ve yazı yazmaya başladığımda da en çok ihtiyaç duyduğum şiirlerden oldu. Sözgelimi “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” başlıklı harikulade şiirini de, ayrıca izniyle Dağlarca’yı anlatmak için yorumlamıştım. Edip Cansever’i düşünürken aklıma yine bir dizesi geldi Behramoğlu’nun, “Kederliyim binlerce sebep var kederli olmama” dizesi, ki gençliğimizde Ankara’yı bu dizeyle dolaşırdık özellikle mevsim aralarında, şimdi onu “sevinçliyim binlerce sebep var sevinçli olmama” diye yorumluyorum. Edip Cansever okurları biraz şaşırabilir, biraz da bozulabilir ama, hepimiz için Edip Cansever şiirinin varlığı bile yeterli bir sevinç sebebi değil midir? 

 

Cemal Süreya’nın ölümünün ardından Sevda Sözleri başlığıyla yayımlanan toplu şiirleri 40 baskıyı geçti. Ergin Günçe’nin “bu dünyada gülmedik de ötekinde şüpheli” dizesi taşıdığı hüzne rağmen bana şakacı ve sevinçli bir dize gibi gelir, belki de gizliden gizliye ‘öteki’nde güleceğini bilmektedir şiar, biz de biliriz aslında, hepimizin bildiğini bir soruymuş gibi yinelemekte ise sanki küçük bir şaka, hınzırlık var gibidir ya, ondan. Ya da şöyle diyelim, Ece Ayhan’ın “Azizim güzel atlar güzel şiirler gibidir/öldükten sonra da tersine yarışırlar vesselam” dizesindeki gibi, evet, şiirleri tersinden yarışmaya başlamıştır. Edip Cansever’in şiirlerinin de okunmaya başlaması, bu büyük şiir karşısında, anlamanın değil, sezmenin öncelik taşıdığını düşünnlerin artması, galiba onun heem çok, hem iyi hem de doğru okunmaya başladığını gösterir ki, şiirin önce şairini, sonra da okurunu terbiye etmesi de böyle bir şeydir biraz. Ve büyük şairlerden biri olarak Edip Bey’in şiiri de, hem şiir hem derstir. Bu ise onun sürekliliğine ve kalıcılığına işarettir.

 

Edip Cansever’in şiiri uzun bir yolculuğun şiiridir, onun kadar uzun yola hüküm giymiş bir başka bir şair yoktur şiirde, yarışmazlar ama, sık sık Turgut Uyar’la mola yerlerinde karşılaşırlar. Küçük istasyonlarda, ıssız benzincilerde, şehirlerarası otobüslerin durduğu çay ve ihtiyaç tesislerinde ve kamyoncuların yalnızca durduğu, konakladığı değil, neredeyse yüzlerce yıldır oradalarmış gibi kök saldıkları, kalakaldıkları, evleriymiş gibi kendilerini attıkları kahve lokanta karışımı mekanlarda karşılaşmışlardır sık sık bu uzun yolda. Edip Cansever İstanbul eskisindeki yolculuğunu bitiremediği için biraz geç çıkmıştır “şimdi pazar yerlerine  benzeyen” memlekete. Onun Pera’da, unutulmuş ve belki de artık ‘eski bir ölü’ olan kahramanlarında, pasajlarda, işhanlarında, meyhanelerde, limonluklarda, Kapalıçarşılarda gezen şiiri kendisini koyuluktan, kapalılıktan, bazen küf kokan yalnızlıklardan, nedense Bilge Karasu’nun Lağımlaranası ya da Beyoğlu başlıklı anlatısı geldi aklıma bunları söylerken, çıkması hayli vakit almıştır.

 

 

 

 



Bir anlamda 1980’den sonra küçük İskender’in öncülüğünde adı konan ‘underground’ (yeraltı) şiirinin gizli öncüsü de Edip Cansever sayılabilir, üstelik Edip Bey’in öldüğü günün küçük İskender’in doğum tarihi olduğu düşünülürse, yeraltını kazmayı İskender’e bıraktığı bile söylenebilir Edip Bey’in. Demek ki ‘yeraltı’, küçük İskender’e Edip Cansever’den bir miras. Şiirini yerüstüne çıkarıp memleketi gezdirir sonra Edip Bey. Türkçeyi de gezdirir ama, hem Türkçeyle gezer, hem de Türkçenin içini gezer, içinden geçer. Türkçenin bu kadar kıvrılıp bükülüp, bazen de yıkanıp ütülenip sıkılanıp kurulandığını ben onun şiirinde gördüm. Evet, İkinci Yeni, dilde, dizede, söyleyişte, sözdiziminde, cümle yapısında, dize kuruluşunda, vb.. pek çok yenilik ve devrim yapmıştır ve sözdiziminide devrimci olarak, hatta yıkıcı olarak, bir t anarşistlik yapan Ece Ayhan’ın değiştirdiği söylenir, biinir, öyledir de, fakat Edip Cansever’in dışavurumcu olmaktan çok içevurumcu, içtenyıkıcı ataklığı ve katkıları da gözden kaçırılmamalıdır bu hususta. Hemen şimdi herhangi bir Edip Cansever şiirini okuyun, göreceksiniz, insanın dille nasıl hemhal olabildiğini, olabileceğini. Belki de o yüzdendir Cansever’i okurken bir sonsuzluk duygusunun peşimizsıra, başımızsıra, üstümüzsıra, aklımızsıra büyümekte ve gelişmekte olması. Öteyandan, uzun bir uçak yolculuğu yapar gibi, kimbilir kaç ülke, kaç iklim geçmiş, okyanusları aşmış ve dünyanın varsa bir ucu, oraya gelmiş, ama belki dünyanın dışına mı demeli, bir yolculuğu sürdürür gibi olursunuz. Pek okumadım ama herhalde sıkı bir polisiye ya da fantastik roman okumaya benzer bir sürekliliği de var Cansever şiirinin. Tabii en iyi yanı, o kitapları bir daha okumazsınız çoğunlukla ama, varmak değil yol esastır, nasıl yolculuk yaptığınız daha önemlidir diyen, elbette bir yol şiirinde yolculuğa yeniden ve dafalarca çıkmak istersiniz. Çünkü o şiir sizi yeryüzüne çıktığı andan itibaren gökyüzüne de yakınlaştıracaktır, maviüstünde de bazen bir yaz teknesi gibi bazen karanlık bir gecenin yağmur altındaki vapuru gibi, bazen de kıyıya bağlanıp unutulmuş bir geminin karaya çıkmayan tek yolcusu gibi içiçe, üstüste yolculuklar yapmanıza yol açacaktır. Yeraltı, yerüstü, maviüstü, göğün yüzü bir yolculuktur Edip Cansever’in şiiri. 

 

 

“Ahmet Abi, Güzelim, Bir Mendil Niye Kanar?” 

 


Edip Cansever nasıl en güzel şiirlerini, ne tuhaf bir cümle, elbette tüm Edip Cansever şiirleri için geçerlidir ‘en güzel’ tanımlaması, onların bazılarını yani, Tomris Uyar için yazmışsa, ve bunda çoğunluk hem fikirse, onun için en güzel yazıyı da bence Füsun Akatlı yazmıştır. Yani onun çağırmasıyla, ‘Füsun Reis’. O yazıyı hiç unutmadım, ne zaman Edip Bey’le ilgili bir yazı düşünsem hep onunla başlamak isterim, bir-iki yazımda da öyle yaptım ve işte bir kez daha. Yitiminin ardından iki ay sonra, Temmuz 1986’da “Hürriyet Gösteri” dergisinde yayımlanmış bir yazı bu, “Ahmet Abi, Güzelim, Bir Mendil Niye Kanar?” dizesini başlık yapmış Füsun Akatlı: “Viran Bağ’a gidemedik. Dört yıldır, her bahar Viran Bağ’a gideceğiz, gidemiyoruz. ‘Seni Viran Bağ’a götürmeden ölecek değilim ya’ demeleri boş. Edip öldü. Yazılmamış uzun ada şiirini, yaşanacak günlerin en güzellerini değilse de, mutlaka çok şiirlilerini, kalemine düşmeyi bekleyen doğmamış armonileri, güne çıkmamış imgeleri bıraktı, öldü. İstanbul’u, Pasaj’ı, Beşiktaş’ı, Bebek’i, alkolü, otelleri, hüzünleri, aşkları, acıları, yalnızlıkları, bizleri piç gibi bırakıp öldü. Sadecee ölümü aldı yanına, giderken sevgili aarkadaşım Edip. Neler almalıyım yanıma dedi, dedi de, bir ölümünü aldı.” Tüm yaşamı dile geçmiş, şiire geçmiş arkadaşını bu sözlerle özlüyor, yanıyor, arıyor ve uğurluyordu Füsun Akatlı. O yoktu ama, ben bir başka vesileyle yazmıştım, ‘Kirli Ağustos’ta bir ikindi, o yolculuğun mola yerlerinden birinde görmüştüm Edip beyleri, Turgut beyleri, Tomris hanımları ve Mefharet hanımları. Günün o saatinde, yılın o ayında, Ağustos’un o anında diyelim, Bebek’teki parkın içinde, Şadırvan’da, denizin üstüündeki bir uzun masada, onlardan başka da kimsenin paylaşmadığı bu dörtlü yalnızlıkta gördüydüm. Sessizlikleri, ıssızlıkları, yalnızlıkları, dilsizlikleri, her heyse, bozulmasın diye de uzaktan, gizliden baktıydım bu fotoğrafa. Evet, bir fotoğrafta gibi duruyorlardı, Ağustos’ta her şey donar ya, en çok da alkoller donar, hatta şiirlerin bile donduğu, kaldığı bir aydır Ağustos, hele onun şairleri aynı masaday, aynı fotoğraftaysa bir de. Kimbilir belki de o anda, hadi ‘şairane’ olsun, “Bir kişi bile değilim yalnızlıktan” diye geçiriyordu içinden Edip Bey, belki de öyleydi. Ya da “Doğanın bana verdiği bu ödülden/Çıldırıp yitmemek için/İki insan gibi kaldım/ Birbiriyle konuşan iki insan” diyordu. Gidip bu şiir anını bozmak olmazdı. İşte o an bana yazılmamış bir şiir olarak kaldı. Şairlerin de yalnız şiirlerinden doğru değil, şiir halinde oldukları anlardan doğru da bıraktıkları şiirler vardır ve onların yazılması gerekmez! Zaten çoktan şiir olmuştur o anlar. 

 

"Şiirle düşünmek! Yalnızca buna inanırım. şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. Felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar. Gene felsefe duygusallığa da karşıdır.
 Şu da var: uzun şiirlerimde hiçbir sorunsalı yanıtlamaya kalkışmam. Sorular sormaya, bu soruları çoğaltmaya (ama yanıtsız bırakmaya) çalışırım hep. Nedeni, yazdıkça bilmediklerime, tanımadıklarıma, daha önce duyup düşünmediklerime rastlarım da ondan. Zaten insanın iç dünyasını kesin olarak tanıtlamak demek, saltık insanı yokken var etmek anlamına gelmez mi?" Edip Bey’in bu sözlerinden yola çıkarak ben de bir şiir tanımı geliştirmiş ve ‘şiir, evet, bir yanıttır ama, soruyu soruyla yanıtlama biçiminde bir yanıttır’ demiştim. Edip Cansever’in soruları da öyle değil midir, kendine sorar gibi yapar bize sorar, bize sorar gibi yapar şiire sorar, şiire sorar gibi yapar ve kendine sorar. Ne de olsa ‘birbiriyle konuşan iki insan’ın ikisi de odur.

 

Bir yağmurlu bahar akşamı, Akif Kurtuluş’la birlikte Kadiıköy’deki Hatay meyhanesine, Ece Ayhan ve Cemal Süreya’yı görmeye gittiğimizde, herhalde 1985 yılıydı, Edip Cansever’in de masada olduğunu gördük ve çok sevindik, ama sonuna gelmişti Edip Bey içkisinin, votka olmalı, hızla içti ve kalktı gitti. Ece Ayhan arkasından ‘Hep böyle yapar içer, içer, sonra da birden kalkar gider’ dedi. Ne demek istemişti, bilmiyorum. Sonra da hiç sormadım. Cemal Süreya bir şey söylemiş miydi, duyamadım, ama iyilikle gülüşünü gördüm. İkinci ve son görüşüm oldu bu. 25 yıl olmuş kalkıp gideli, o gittikten sonra şiiri daha da uzadı ve Edip Bey’i sonsuzluğa emanet edip döndü sanki. O yüzden yaşaması kısa, şiiri uzundur herhalde büyük ve ölümsüz şairlerin, ‘Edip’lerin.

 

 

 

Bir de bir kaç yıl önceydi, galiba artık ben de 50’yi geçtiğim için sanırım bazı soruları  daha net yanıtlamaya başladım, kendiliğinden bir biçimde. “ Türkçe’de en çok sevdiğiniz şiir?” diye sorulunca, iki şiirin birden adını verdim, biri Ahmet Muhip Dıranas’ın “Kar” şiiri, diğeri Edip Cansever’in “Gelmiş Bulundum” şiiri, şimdi bir üçüncüyü de eklemem gerek, Cahit Külebi’nin “Tokat’a Doğru” şiiri. Diğerleriyle de çocukluğuma yolculuk ettim etmesine de, Edip Bey’in şiiri, şiir olarak kalmadı bende, kimsede şiir olarak kalmaz, hayatına, varlığına, varsa anlam arayışına da sızar ve kanına karışır gibi, ruhuna da karışır, yalnızca çocukluğuna değil, yaşanacaksa ikinci çocukluğuna da, yani geleceğine de götürür insanı, götürüyor. O şiirle anıyorum Edip Cansever’i ve şiirini.

 

 

Gelmiş Bulundum

 

Ben mişim---neymiş?---su sesiymiş

Oymuş---cam kırıkları gibi gövdemi yakan---

Yanağında sardunya kokusuyla yazdan

Kimmiş o gelen ya giden kimmiş

Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş

Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

 

 

Güneş mi batarmış bir özel isim bitirir gibi

Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan

Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan

Kim koparmış dalından bu yabani incirleri

Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri

Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

 

 

Yıldızlar, büyülü ülke, adımı unutturan

Bir kaya, bir ot, bir akarsu

Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu

Ki bütün ölüleri sığa çıkaran

Ve kenti bir ölüm derinliğine salan

Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

 

 

Şiirler yazdım, kitaplar okudum

Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum

Derinlerde kaldım böyle bir zaman

Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan

Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları

Söylesin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum. 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.