Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Tarihin güvertesinde




Toplam oy: 1357
Nanni Balestrini
Otonom Yayıncılık
Balestrini, daha çok 60'larda bir İtalyan edebiyat akımı olan Gruppo 63'ün içinde Giorgio Manganelli, Umberto Eco gibi yazarlarla birlikte yer almış bir isim ve Carbonia bu akımın etkisiyle yazılmış en önemli yapıtlardan biri.

14. İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesinin açıklandığı basın toplantısında, Nanni Balestrini’nin Carbonia romanından bir bölüm okunmuştu üç dilde... Basın toplantısından bir hafta evvel Soma’daki madende yüzlerce işçi hayatını kaybetmişti. Ve her gün kâr hırsından kaynaklı ihmaller zincirinin nasıl bir denetimsizlik içinde gerçekleştiği, sendikadan devlet bürokrasisine her şeyin nasıl naylondan olduğu, işçilerin ölümüne neden olan her şey bir bir ortaya dökülüyordu o günlerde. Balestrini’nin Carbonia romanının okunuyor olması, bu yüzden anlamlıydı çok. Soma’daki katliamın izleri bu kadar tazeyken, bir İtalyan maden işçisinin dertleşir gibi başından geçenleri anlatmasının önemi de bambaşka oluyordu ister istemez. Üstelik Balestrini’nin romanındaki anlatıcı, yani maden işçisi, kendisine acıyan, kaderci, melankolik ya da ironik bir karakter de değildi; kaybedecek bir şeyi olmayan, entelektüel bir bulanıklığa yakalanmamış, sınıf bilincini yaşadığı deneyimlerden süzdüğü bilgilerle yaratmış, mücadeleci birisiydi. Tam da lazım olan şeydi, yas tutmanın hakikatle ve mücadeleyle bağını kurmak...

 

13. İstanbul Bienal’i, Gezi direnişinden hemen sonraydı ve doğal olarak ortaya çıkan şiirsel enerjinin etkisine göre şekillenmişti. Küratör Fulya Erdemci, bienalin başlığını Lale Müldür’ün kitabının da adı olan “Anne, Ben Barbar mıyım?” olarak belirlemişti. Verili sistem içindeki muktedirleri ezilmişlerin konumundan okuyarak, sistemin dikiş yerlerini aralayan, böylelikle sistem dışını mümkün kılan münzevi, serseri, haydut, anarşist, devrimci, şair ya da sanatçı figürünü, bugünün bağlamında yeniden düşünmeyi öneriyordu. Çünkü bir siyaset yapma biçimi değildi sadece ortaya çıkan, Italo Calvino’nun “genel bir ahlaki devrim” dediği şeydi, tecrit edilmiş insanların koşulların zorlamasıyla bir yana atılmış ya da terk edilmiş güçlerine, yani kendilerine kavuşmasıydı; sitüasyonistler o güce şiirsel enerji diyordu, hani her insanda doğuştan var olan dünyayı anlama ve değiştirme arzusuna… 14. İstanbul Bienali’nin küratörü Carolyn Christov-Bakargiev de, “şiirsel ve siyasi olarak dünyayı şekillendiren ve dönüştüren, görünen ve görünmeyen farklı dalga sıklığı ve biçimlerini, su akıntılarını ve yoğunluklarını ele almak” olarak açıklıyordu bienalin kavramsal çerçevesini.

 

Bir geminin güvertesinde

 

Carbonia’yı okurken kendimi bir geminin güvertesindeymiş gibi hissettim, belki de romanın anlatıcısı maden işçisinin sık sık gemi yolculukları yapmasının etkisiyle... Hatta II. Dünya Savaşı’na da denizci olarak katılmış, sırtından ve bacağından şarapnel parçalarıyla yaralanmıştı. Geminin güvertesinde, başında kasketiyle belirmiş, dalgalara ve açık denize bakıp, sanki bizlere değil de uçsuz bucaksız denize, hani o sonu geldi denen tarihe anlatıyordu. Romanın ilk cümlesi şöyleydi: “Aslında bir kızdan kaçmak için gittim Carboniadaki madene ben 29 ağustosta tutukluluktan dönmüştüm Almanyadan eve dönmüştüm...” Aslında kitapta tek bir nokta işareti yok, yani cümle yok, romanın sonuna da nokta koymamış Balestrini; çünkü o işçi belki hayatta, belki değil, mücadele etmeye devam ediyor. Balestrini, “neoavanguardia” ya da “new vanguard” diye anılan, daha çok 60’larda bir İtalyan edebiyat akımı olan Gruppo 63’ün içinde Giorgio Manganelli, Umberto Eco gibi yazarlarla birlikte yer almış bir isim ve Carbonia bu akımın etkisiyle yazılmış en önemli yapıtlardan biri.

 

Sadece nokta da değil, hiçbir noktalama işareti konulmamış romana, ama çevirmenin de gösterdiği özenin etkisiyle, noktalama işaretlerini aramıyor insan okurken; gerçekten de geminin güvertesinde oturmuş denize doğru konuşan bir insan nasıl konuşursa, o kadar gerçek olup bitiyor her şey ve belleğimizin çağrışımlarla kurduğu ilişkide olduğu gibi, kronolojik bir akış da yok. Bir madende ya da ormandaki bir kereste atölyesinde çalışırken, kendinizi bir anda II. Dünya Savaşı’nın ortasında bir gemide ya da bir barda, bir kavganın ortasında bulabiliyorsunuz; tutsak olmuş ve bir toplama kampından Sovyet askerleri tarafından kurtarılmışsınız ve tüm bu olup bitenler arasında bir kopukluk varmış gibi gelmiyor size, çünkü gerçekte hiçbiri birbirinden kopuk değil. Soma’daki bir madenle İstanbul’daki bir gökdelen arasındaki bağ gibi... Madende yaşanan katliamdaki ihmaller zinciri, lüks rezidans inşaatı sırasında yaşanan asansör katliamındaki ihmallerle aynıydı; yeryüzünün yüzlerce metre aşağısı ve yukarısında aynı sınıfsal kurallar geçerliydi ve bunu bütün çıplaklığıyla Carbonia’da anlatıyordu o işçi. Öyle çok kitap okuyan biri de değildi, size geminin güvertesinde yaşadıklarını anlatan işçi, hiçbir şeyi de yüceltmiyordu.

 

Her şeyi yaşamın içinde test ederek öğrendiği için belki de bu kadar etkileyici gelmişti bana; her şeyi kendi doğallığı içinde yaşaması, hiç “keşke” dememesi, kendisine acımaması, kendisini idealize etmemesi... Onu dinlerken aklıma bir yandan devrimci romanlardaki diğer karakterler geliyordu, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? romanındaki profesyonel devrimci karakteri Rakhmetov gibi. Carbonia’daki maden işçisi kesinlikle en az Rakhmetov kadar sınıf bilincine ve mücadele azmine sahip olsa da, kendisini bir üstinsan olarak görmüyor, zayıflıklarını bir zayıflık olarak yaşamıyordu, kendisini “mutlu yarınlar”a adamış biri değildi, tıpkı Gezi’deki ve günümüzdeki diğer toplumsal hareketlerde tanık olduğumuz gibi ne olacaksa “hemen şimdi” olsun istiyordu, ama “hemen şimdi”nin de sadece başlangıç olduğunun da farkındaydı. Rakhmetov gibi kendisini bir üst varlığa adamış biri değildi, hayatın içinde, çalışan, âşık olan, özgür olmak için kendisini bağlayan her şeyden kurtulmaya çabalayan bir bireydi. “Ezelden beri her gün bizden çaldıkları şeyleri” öyle sakin sakin vermeyeceklerini, “en sert mücadeleyi yapan onu sonuna kadar yapan onu her tür araçla yapan”ın kazanacağını, çünkü kâr hırsıyla gözü dönmüş bu insanların zulmünden başka türlü kurtulmanın mümkün olmayacağını anlatırken, kaybetmekten korkulmamasını, yılgınlığa düşülmemesi gerektiğini şu sözlerle dile getiriyordu: “birçok mücadele kaybettik kaybetmeye de devam edeceğiz ama onlardan kazandıklarımız da oldu ve her zaman mücadeleye devam edeceğiz çünkü sonunda kazanması gereken biziz”... Yani bir mücadeleye sadece kazanmak için girmiyordu, kazanmak için her tür aracın kullanılması gerektiğini savunsa da, yenilgilerden yılgınlıklar çıkarmıyordu hiç, her şey doğaldı ona göre, âşık olup mutsuz olmak da, savaşa gidip yaralanmak da, her şey olması gerektiği gibiydi; ama bir insan nerede olursa olsun tarafını bilmeliydi, doğal olmayan tek şey mücadele etmemekti... Üstelik, Carbonia’daki grevde ve katıldığı diğer direnişlerde, işçilerin eğer isterlerse, ama gerçekten isterlerse, ne kadar yaratıcı mücadele biçimleri ortaya koyabileceklerini, yani o şiirsel enerji bir kere ortaya çıkınca nelerin başarılabileceğini de çarpıcı örneklerle anlatıyordu. O yüzden anlamlıydı çok, Soma’daki işçi katliamının yaşandığı günlerde bir sanat toplantısında, Balestrini’nin romanı aracılığıyla konuşması... Edebiyat ve hayat arasındaki bağ, Carbonia ve Soma arasındaki bağ kadar gerçek olduğu sürece...

 

 

 


 

 

* Görsel: Burak Dak

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.