Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Televizyon // Buzun mukavemeti Beyaz Adam’a karşı



Şahane
Toplam oy: 206
Korku, bilimkurgu ve fantezi türlerine ait unsurları harmanladığı ödüllü romanların yazarı Dan Simmons, tarihi olaylara duyduğu ilgiyle de tanınıyor.

Dan Simmons’un 2007 tarihli aynı adlı romanından televizyona uyarlanan The Terror, birini tanımak için onunla yolculuğa çıkmak gerektiğini doğrulayan bir öykü. 15. yüzyıla kadar geri giden bir fantezinin peşinde, Kuzey Buz Denizi’ndeki Kuzeybatı Geçidi’ni bulmak üzere yola çıkan Kraliyet Donanması gemileri Terror ve Erebus’un mürettebatının makus talihleri, aynı zamanda “ne yersen osun” atasözünü de dehşetengiz biçimde doğrular nitelikte. 

Korku, bilimkurgu ve fantezi türlerine ait unsurları harmanladığı ödüllü romanların yazarı Dan Simmons, tarihi olaylara duyduğu ilgiyle de tanınıyor. The Terror yazıldığında, konu edindiği keşif seferinde kaybolan gemilerin ve mürettebatın kalıntıları henüz bütünüyle gün ışığına çıkmamıştı. Komutan Sir John Franklin’in kayıp seferinin kalıntıları 80’li yıllarda incelenebilecek ve mürettebatın ölüm sebepleri ve öldükten sonra başlarına gelenlerle ilgili çeşitli tezler ortaya konacaktı. Açlıkla mücadelede yamyamlığa başvurmuş oldukları ise üzerinde mutabakata varılmış bir hakikat. 1848’den beri mezarların en soğuğunda, muhtelif rivayetle örtülmüş yatmakta olan gemiler ise ancak 2016’da bulundu. Dizinin güncel bilgilerin ışığında tasarlanmış olan iç mekanları, zamanının en ileri teknolojisiyle yapılmış gemileri fiziken en iyi şekilde temsil ediyor belki ama mürettebatın neredeyse tamamen beyaz olması, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birini hâkimiyeti altına almış olan Viktorya dönemi İngiliz donanmasının demografik istatistiğini pek yansıtmıyor. Otopsisi yapılan, Beyaz Adam’ın bir fantazisi ve ihtirası olduğundan belki bu stratejik bir seçim. Dizide beyaz olmayan tek unsur Kuzey Kutbu yerlileri, yani İnuitler. Buzun mukavemeti buzu incitmeyen teknolojiler geliştirmiş olan yani buzla birlikte yaşayan İnuitlere değil, yaşam mücadelesini hoyratça sürdürmeyi tercih eden Beyaz Adam’a karşı.  

 

 

 


“Çin’e giden serin kestirme yol”u ararken hayaletlere uğrayan Terror ve Erebus’un öyküsü, üzerinde güneş batmayan krallığın iç dinamiklerine hafifçe temas ediyor ve esas hayaletleri bu düşman görünen coğrafyaya gemilerin getirmiş olabileceğini hissettiriyor. Terror’un kaptanı Crozier, İrlandalı olduğu için donanmada daha yüksek mertebelere terfi etmesinin imkansızlığını, sevdiği kızla hayatını birleştirmesine yalnızca kızın amcası Sir John Franklin’in değil esasen tüm toplumun sırf o İrlandalı olduğu için karşı çıktığını biliyor. Gemilerin mürettebatının usul usul şiddetlenen bir açlığa düşmeleri, 1845-48 arasında, yani aynı dönemde İrlanda’da başgösteren kıtlığı akla getiriyor. Sanayi devriminin es geçtiği İrlanda’daki açlık, ürettikleri katma değerden kendilerine hiç pay düşmeyen İngiliz sanayi işçilerinin yoksulluğu ve açlığı, o işçilerin ürettiği Terror ve Erebus’taki açlık, birbirlerinden toplumsal statü tabakalarıyla ayrılmış olmalarına rağmen metaforik olarak da “aynı gemide” olan insanların bu durumunun saçmalığını ortaya koyuyor.


Bu saçmalığın bir benzeri, Dalgıç Collins, Erebus’un yolunu kesen buzları geminin gövdesinden temizlemek üzere suya indiğinde kuvvetle hissediliyor. Dalgıç kıyafetini giyerken ve suyun içine indiğinde de, Collins aslında ait olmadığı bir yerde olduğuna, gördüğü şeyleri aslında anlayamadığına ve muhtemelen anlayamadığı şeylerden söz etmemenin en iyisi olacağına hükmetmiş gibi. Dizide sık sık başvurulan kuşbakışı perspektif, gemilerin haşmetli kutup coğrafyasında nasıl yersiz ve nasıl korunaksız ve ne kadar absürd bir varoluş içinde olduklarının altını çiziyor. Teknolojinin sunduğu imkanlar olmaksızın hayatta kalamayacakları bir yerde, “Onları öldürmek isteyen” bir yerde, yiyeceklerinin yeterince iyi paketlenememiş olduğunu, suya dalarken kullanacakları ekipmanın pek de güvenli olmadığını, en ileri teknolojiye sahip gemilerin de buzda sıkışıp sürüklenebileceğini kısa süre içinde anlıyorlar.  

 

 

 

 

Bir menfur garabet olarak Tuunbaq

 

Terror ve Erebus’un başka bir gezegene gider gibi gittikleri Kuzey Kutbu’nda, mürettebata musallat olan bir şey daha var, hesaba katılmamış olup temas edilmiş olan bir şey. Bildiği dünyanın sınırlarına ve dolayısıyla bilimin de “son sınır”ına yaklaşan kaşifleri dehşete düşüren, akıllarını başlarından ve başlarını gövdelerinden alan Tuunbaq. Kaşifler, İnuit dilini az buçuk konuşabiliyorlar ama “Eskimolar”la anlaşabildiklerini söylemek mümkün mü? Tuunbaq, birbirinin dilinden anlayan insanların birbirlerini anlayamamaların kaynaklanan boşlukta, Beyaz Adam’la diğerleri arasında hiç kapanmayacak olan o boşlukta yaşıyor. Bilinmeyenle karşılaşmaya en çok, gidilmemiş diyarlara gitmeye gönüllü olan kaşiflerin hazırlıklı olduğu düşünülür fakat kozmik türden bir dehşetin kaynağı ve aracı olarak Tuunbaq, kaşiflerin bilgi ile kurdukları nazik ilişkide tüm denklemleri değiştiren, anlamları boşa düşüren bir yabancı ya da Arthur Machen, Robert W. Chambers gibi yazarların öncellerini yarattığı, Lovecraft’ın olgunlaştırdığı bir “menfur garabet” (eldritch abomination). Tabi olduğu yasalar, kendi toplumsal kurallarına doğa kanunu gibi bağlı olan Viktorya dönemi İngilizleri için tamamen anlaşılmaz; emin olunan tek şey, Lady Silence adını verdikleri ve kazayla(!) babasını katlettikleri genç İnuit kadınla Tuunbaq arasında bir bağ olduğu. İnuit mitolojisine ait bu yaratık, dilini ona kurban etmiş olan şaman kadının sorumluluğunda gibi görünüyor. Nitekim Tuunbaq’ın ölümü, sessiz kadının da sürgüne gitmesi anlamına geliyor.
  
Bir menfur garabet olarak Tuunbaq, Beyaz Adam’ın o sırada anladığı şekilde doğa yasalarına meydan okuyan bir varlık; “doğa” derken kastedebilecekleri her şeyin dışı olarak tarif edilecek bir mekanı yaratıyor. Kaşifler sırf varlığına inanıldığı için var olan bir Kuzeybatı Geçidi’ni ortaya çıkarmaya kalkışmışken, kendilerini işte bu yerde buluyorlar. Zaten bir fantezi mekanı olan Kuzey Kutbu’nun içinde başka fantezi mekanları açılıyor; yer yüzeyinde tekinsiz biçimde, canlılığın olmadığı, donmuş topraktan ve buzullardan ibaret coğrafyada hayalgücüne malzeme veren, göz yanılgıları, halüsinasyonlar ve bıçakla kesilebilecek yoğunlukta bir ümitsizlik. Mürettebatın eninde sonunda yok olacaklarını anlaması için ise hayal gücüne gerek yok; şaşırtıcı olan, barış içinde yok olmayı başaramamaları. İşbirliğinden ziyade hizipleşmeye ve rekabete meylederek ve kaba kuvvetle dize getirebildiği mürettebatı yiyerek hayatta kalma şansını beyhude artırmaya çalışan İrlandalı tayfa Cornelius Hickey, suratının karanlığa ait tarafını yavaş yavaş göstermesiyle dramatik tempoyu kademeli olarak tırmandıran lokomotif bir karakter. Romanda Tuunbaq, Hickey’i ruhu çürümüş olduğu için yemezken, dizide zehirlenmiş insanları yediği için zehirlenen Tuunbaq, Hickey’yi yutarken ölüyor. İnsana benzeyen ama tam da benzemeyen dehşetengiz yaratığın pençesinde ölmeden önce, tıpkı Tanrıların Gazabı, “deli conquistador” Aguirre gibi yüzmeyen kayığında hiçbir yere giderken, tanrılık vesvesesine ve melankolik bir narsisizme kapılan Hickey; bizimkinden başka imparatorluklar da var, deyiveriyor. Fantezi sislerini dağıtan, aklın tümüyle yitirildiği noktada söylenmesine rağmen diğer tüm tespitlerden daha ayık ve ama nafile bir aydınlanma.  
 
Daha önce, Crozier, Hickey’ye Tuunbaq’la ilgili hiçbir şey öğrenmemeliydik diyordu; belki aktarılmaması gereken ve muhtemelen aktarılması mümkün de olmayan bir bilgiyi saklamak amacıyla, İngiliz toplumu tarafından kendisine görünüşte paye verilmesine karşın bu payenin ancak bir İrlandalıya verilebilecek ölçüde bir paye olduğunun her zaman bilincinde olan Crozier, yaşamına İnuitlerin arasında devam etmeyi seçiyor. Kuzeybatı Geçidi’nin keşfi ise bir balıkçı gemisiyle daha mutevazı bir sefer düzenleyen Roald Amundsen’e 1903 yılında kısmet oluyor.

Beyaz Adam’ın 19. yüzyılda gemilerle, kibirle ve ihtirasla aşamadığı Kuzeybatı Geçidi’ni geçilmez kılan buz, sanayi devriminin yan etkileriyle bugün hızla erimekte. Önümüzdeki on yıl içinde Kuzeybatı Geçidi’nin yaz mevsiminde ve muhtemelen sene boyunca işleyen bir deniz yolu haline gelmesi öngörülüyor. Kuzey Kutbu insana boyun eğmekte gibi görünebilir ama buz erise de hayaletleri geride kalacak, er ya da geç “medeniyet”in kıyılarına vuracaktır.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.