Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Yayıncılığın gizli kahramanları




Toplam oy: 981
Bir butik yayıncıyı, yaşadığı içten coşkuyla hemen ayırt edebilirsiniz. Türkiye gibi bir ülkede, o heyecanı taşıması, bir tiyatrocunun tiyatro, sinemacının sinema yapma, şairin şiir yazma arzusundan farklı değildir hiç. Ama bir yandan da, okur tarafından görülen, bilinen biri de olmaz; kitabını bastığı yazar kitaplarını imzalarken, o ya bir dosyanın içine gömülmüştür ya da depoda kitap taşıyordur. Peki nedir bu tutkunun kaynağı? Barthes'ın yazma arzusunun kökenine dair yaptığı tespitleri yayımlama arzusu için de düşünebiliriz. Bu arzu, tıpkı yazma arzusu gibi, okumaktan duyulan hazzın neden olduğu sevinç ve umuttan alır gücünü.

Türkiye’de her şeyde olduğu gibi, yayıncılıkta da ekonomik, bürokratik, kültürel, siyasi pek çok sorundan bahsetmek mümkün; ama bu sorunlar, yayıncılar dahil kimin umurunda. Sanırım burada herkes şikayet etmekten ve dinlemekten yorulmuş; bir şeylerin değişmesi için küçük de olsa bir şeyler yapmak, çözümler üzerine düşünmek gerek. “Butik yayıncılığın” önemi, tam da bu “bir şeyler yapma” ihtiyacıyla örtüşüyor. Sadece onunla da değil, “birey” olmayla, “heterodoks” yaklaşımlarla, edebiyatın ve sanatın geçirdiği dönüşüm ve başka dünya arayışlarıyla, piyasa ekonomisinin tektipleştiriciliği ve tüketim algısıyla ve Adorno’nun “canavar” diye nitelediği kitle kültürüne karşı oluşan tepkilerle, teknolojik gelişmelerin yayıncılığı kolaylaştırmasıyla, internetin toplumsal ve kültürel hayatta edindiği yerle ve daha pek çok şeyle ilişkili…

 

Türkiye’de pek çok konuda olduğu gibi, butik yayıncılıkla ilgili de bir kavram karmaşası var. Seksten ve uyuşturucudan bahseden her kitabın, çok satıp satmamasına, biçem açısından anaakımla uyumlu olup olmamasına bakmadan “yeraltı” kavramıyla karşılanması gibi… Örneğin Chuck Palahniuk gibi yazarların yeraltı edebiyatı yaptığı iddia edilebiliyor. Daha yakınlarda çoksatar kitaplar yayımlayan, ticari kaygılarına uygun bir yayıncılık anlayışını benimsemiş bir yayınevinin sahibi, anaakım medyaya verdiği bir röportajda kendisini butik yayıncı olarak tanımlarken, gerçekte butik yayıncılık yapan bir başka yayınevinin sahibi de bu kavramı kullanmayı reddedebiliyor. Her küçük yayınevi, butik yayıncı olmadığı gibi, kendisini butik olarak tanımlayanların da gerçekte butik yayıncılıkla bir ilgisi olmayabiliyor. 

 

Aslında “butik yayıncılık” terimi, birbirinden oldukça farklı yayıncılık anlayışlarını tanımlamak için kullanılıyor. Örneğin yurt dışında en yaygın halde, yazardan editörlük ve basım masraflarını alarak kitap yayımlayan yayınevlerini ifade ediyor. Türkiye’de de kitabın editörlük ve basım masraflarını yazardan talep eden yayınevleri bulunuyor ama bir taraftan da bu yayın anlayışıyla hareket etmeyen yayınevleri de, haklı olarak “butik” yerine “bağımsız” sözcüğünü tercih ediyorlar. Butik yayınevi denince, bir başka anlaşılan şey de “küçük yayınevi.” Yani, henüz yayımladığı kitap sayısı az olan, düşük bütçeli yayınevleri için de kullanılıyor “butik” terimi. Bu yayınevlerinin butik olma özelliği taşıdığı söylenemez, doğru tercihlerde bulunarak ve yayın alanında boşlukları değerlendirerek büyüme arzusu içindeler çünkü. Bir de doğrudan politik ya da dini bir harekete ya da anlayışa angaje olan yayınevleri var. Onların bir kısmı, gösterdikleri özen ve belli alanlara yönelik derinlik kazandıran yayınlarla butik yayınevi olma özelliğine sahip olabiliyor, ama salt propaganda amacıyla kitap yayımlayanlar için aynı şeyi söylemek zor. Bir de, kendi ürünlerini başka yayınevlerinde yayımlayamayan şair ve yazarların kurdukları butik yayınevleri var ki, bu tür deneyimlerin başarısız ve kısa vadeli örnekleri olduğu gibi, bir biçimde yayın yelpazesini geliştirenlere de rastlayabiliyoruz. Ama yazarların, şairlerin kurduğu bu yayınevlerindeki en önemli sorun, editörlüğü küçümseyişleri. Bir yazar ya da şairin, daha doğrusu okumayı seven, entelektüel olduğuna inanan herhangi bir kişinin editörlük yapabileceğine dair oluşmuş yanlış algı, yayıncılığımızın önemli sorunlarından biri aslında. Aynı şey, yabancı dil bilen herhangi birinin çevirmen, okuma bilen herhangi birinin düzelti yapabileceğine dair algı için de geçerli. 

 

Bana göre butik yayıncılık, belli bir alan ya da alanlarda (örneğin şiir, çevrecilik, mimari, avangard eserler, polisiye gibi) spesifik yayınlar yapan, tasarımın ve editörlüğün ön planda olduğu, genel okurdan çok, özel bir okur kitlesini hedefleyen, anaakımdan uzak öncü bir yayıncılık anlayışı anlamına geliyor. Yine de en doğru tanım, Bourdieu’nun da tercih ettiği gibi, üretim ilişkilerine bakılarak yapılabilir.

 

Kitle kültürü canavarı

 

Sanatın Kuralları kitabında Bourdieu, kısa ve uzun üretim çevrimli iki tür yayıncılık anlayışını karşılaştırır. Buna göre bugün yayıncılık, pazar ve onun gerekleri karşısında kinik bir bağımlılık ile mutlak bir bağımsızlık arasındaki iki uçta yaşanıyor. Butik yayıncılık konusundaki kafa karışıklığı da bu ekonomik mantık farklılığından kaynaklanıyor. Örneğin bir yayınevi, önceliği dağıtıma, baskı sayısına ve müşterilerinin (okurlarının) daha önce “belirlenmiş” istemlerine uyum sağlamaya veriyorsa -ki bugün çoğu yayınevinin izlediği yoldur bu-, ürettiği kitapların hızlı bir biçimde tüketilerek kârın hızla geri dönmesi için çaba gösterir ve bu da o kitapların çabuk eskimesi, yerine yenilerinin koyulması baskısını getirir. Bugün kitapların raf ömrü, neredeyse bir haftaya düşmüş durumda. Çeşit sayısı hızla artarken, baskı sayısı da kitabın bu çevrimdeki hızına göre değişiyor. Kitap eklerinin kitaplardaki çeşitliliğe bakarak buldukları teselli, Bourdieu’nun tespitlerine bakılırsa, pek inandırıcı değil. Çeşitli ama birbirine benzeyen kitaplar, riski en aza indirgemek için genel beğeniye hitap etme kaygısıyla, özensiz bir çeviri ve editörlüklerle hazırlanıyor. Geniş anlamıyla kültüre ve yayıncılığa aslında hiçbir katkı sunmuyor. Bu tarz yayıncılığa -Bourdieu’nun kullandığı terimi ödünç alarak- “kısa üretim çevrimli yayıncılık” diyebiliriz. Bir de “uzun üretim çevrimli” yayıncılar var ki, butik yayıncıları bu kategori içinde değerlendirebiliriz.

 

Bu iki üretim biçimine örnek olarak, Beckett gibi yazarları yayımlayan bir yayınevi ile çok satma amacıyla kitaplarını birer proje olarak hazırlayan yazarları basmayı tercih eden yayınevini karşılaştırıyor Bourdieu. Beckett’in kitapları onlarca yıl azar azar da olsa sürekli satarken, diğer örnekteki yazarların kitapları birkaç haftada yüksek satış rakamlarına ulaşıp sonrasında siliniyor. Butik yayıncılığın bugünkü en büyük sorunu da, kitap dağıtım ve pazarlama kanallarının uzun üretim çevrimli yayıncıları dikkate almamasından kaynaklanıyor. Benzer bir sorun, sinema için de geçerli. Çoksatar olmayan kitapların, çoğu kitapçıda raf bulamaması gibi, sanat filmlerinin en büyük sorunu da sinema salonu bulamamak. Kütüphane kültürünün bu topraklarda yerleşmemiş olması da, yurt dışındaki örneklerin aksine, butik yayıncılık yapan yayınevlerini dar bir alana sıkıştırıyor.

 

Bourdieu butik yayınevlerinin, “İçinde bulunulan anda pazarı olmadığından tümüyle geleceğe yönelik bir üretim” yaptığını, bunun da stok sorununa neden olduğunu söylese de, günümüz teknolojisi, bireysel yayıncılık alanına yaptığı katkıyla birlikte, stok sorununu ve kitap yayımlama maliyetini azalttığı gibi, internet aracılığıyla dağıtım ve satış yapma imkanı da veriyor artık. E-kitapların yaygınlaşmasıyla bambaşka bir aşamaya geçileceğini de söylemek mümkün. Çünkü şimdi tek bir kişi, evindeki bilgisayarının başına geçerek kitap hazırlayabiliyor, ister e-kitap isterse dijital baskı yaparak bir yayınevi gibi çalışabiliyor... Bu tür olanaklar ve değişim, butik yayıncılığın altın çağının uzaklarda olmadığını müjdelese de, kapitalizmin yarattığı “kitle kültürü canavarı” yüzünden, nitelikli okur sıkıntısının arttığı da bir gerçek. Eleştirinin pazarlamaya, okurun müşteriye evrildiği bu süreç, nitelikli okur kaybını da beraberinde getiriyor. Türkiye’de 80’lerde, hatta 90’larda, avangard özelliklere sahip metinlerin, bugün “butik” ya da “bağımsız” diye nitelendirdiğimiz yayınevleri tarafından bile basılamadığını, “uzun üretim çevrimli” kitaplar da yayımlayan büyük yayınevlerinin bile satış kaygısı yaşayarak bazı dizilerini sonlandırdığını görüyoruz. 

 

Para kaybetmenin onuru

 

Satış kaygısını düşünürken, Bourdieu’nun yazısında, ünlü yayıncı Robert Laffont’dan alıntıladığı ifadeler düşüyor önüme: “Carlos Baker’ın iki koca ciltten oluşan dev Hemingway’ini çevirttirerek, para kaybetmenin zevkine değilse de, onuruna ulaştım.” Türkiye’de de emek ve para açısından yayıncılık alanında bu türden “onurlara” ulaşan kişilere çok şey borçluyuz. Bütün hayatını, satmayacağını bile bile, kültürel yaşamımızı uzun vadede etkileyen çeşitli kitapları çevirmeye ve yayımlamaya adamış kişilerin varlığına da borçluyuz. O editörlerden bir dostumla, yeni yayımladıkları bir roman hakkında konuşurken gözlerinde gördüğüm coşku ve heyecan, kitabın kapağından kağıdına, çevirisinden tasarımına kendisini belli eden özen, yayıncılığın geleceğine dair karamsarlığa kapılmamı engelliyor.

 

Zaten bir bağımsız ya da butik yayıncıyı, yaşadığı içten coşkuyla hemen ayırt edebilirsiniz. Kitabın sadece içeriği değildir söz konusu olan, kağıdından tasarımına bir nesne olarak da kitap onu heyecanlandırır. Türkiye gibi bir ülkede, bandrol almaktan dağıtımcı bulmaya kadar karşısına çıkan çeşitli zorluk ve engelle boğuşmasına rağmen o heyecanı taşıması, bir tiyatrocunun tiyatro yapma, sinemacının sinema yapma, şairin şiir yazma arzusundan farklı değildir hiç. Kendisini yayımladığı kitaplarla var eder o. Ama bir yandan da, anonim biri olarak okurun çoğunluğu tarafından görülen, bilinen biri de olmaz; kitabını bastığı yazar, kitaplarını imzalarken, o ya bir dosyanın içine gömülmüştür ya da depoda kitap taşıyordur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde böyledir bu. (Kendi adıma konuşursam, editörlüğünü yaptığım dergi ve kitapları sırtımda taşımışlığım çoktur. Bir yandan da onların tanıtım ve dağıtım faaliyetleri için de koşturuyordum…) Peki nedir bu tukunun kaynağı? Roland Barthes’ın, Romanın Hazırlanışı isimli çalışmasında yazma arzusunun kökenine dair tespitlerini, “yayımlama arzusu” için de düşünebiliriz. Yayımlama arzusu, tıpkı yazma arzusu gibi, okumaktan duyulan hazzın neden olduğu sevinç ve umuttan alır gücünü.

 

Bourdieu’nun, kitabında uzun üretim çevrimli yayınevlerine örnek olarak verdiği ünlü Minuit yayınevinin efsanevi editörü Jérôme Lindon’ı anlatan bir kitap çıkmıştı Norgunk Yayıncılık’tan. Jean Echenoz’un yazdığı bu kısacık biyografik romanı okurken de bu efsane editör ve yayıncının o derin tutkusu çok etkilemişti beni. Bütün yayınevleri geri çevirirken Beckett’in eserlerini risk alarak yayımlamış, hatta Nobel Ödülü’nü almasının önünü açmış bir editör olarak akıllara kazınmıştı Lindon. Öldükten sonra, cenazesi Beckett’in mezarının yanına defnedildi. Daha pek çok yazarı ve eseri dünya edebiyatına kazandıran Lindon, Beckett kadar ünlü değilse de, Nazi işgali sırasında bir yeraltı faaliyeti olarak kurulan Minuit yayınevinin yayıncılık anlayışını miras bırakarak, butik ya da bağımsız yayınevlerine örnek alabilecekleri bir yol gösterdi.

 

Okurun güveni

 

 

Butik ya da bağımsız olarak nitelendirdiğimiz yayınevlerinin bir kısmı, fabrikasyon çalışan yayınevlerine göre daha güven verici geliyor bana. Ama hepsi için aynı şeyi söylemek zor. Okurların genel yaklaşımı da, The Guardian’da yayımlanan bir yazısında David Barnett’ın da altını çizdiği gibi, büyük yayınevlerinin yarattıkları markaya güven duymaları ve bağımsız yayınevlerine mesafeli yaklaşmaları. Jérôme Lindon örneğinde olduğu gibi, bağımsız yayınevlerinin nitelikli editörlerle çalışması bu açıdan çok önemli. Türkiye’deki küçük yayınevlerinin bir kısmının para karşılığında ya da tanıdıkların kitaplarını basmak zorunda kalması ve gösterilen özensizlik, okurdaki güvensizliği teşvik ediyor. Bazı bağımsız yayınevlerinden çıkan kitapları, yazarını tanımasam bile gözüm kapalı alırken, özensiz çeviri ve yazım hatalarıyla dolu kitaplar yayımladığına tanık olduğum yayınevlerinden de çok sevdiğim bir yazarın kitabı dahi çıksa uzak duruyorum. Bağımsız yayınevlerinin okurla bu güven ilişkisini kurması, bana göre en çok dikkat edilmesi gereken noktalardan biri. Üstelik okurların bu yayınevlerine ilgi göstermesi, anaakım yayınevlerinin niteliğini de yükseltecektir. 

 

Şikayetler aynı

 

Yurt dışında, özellikle İngiltere gibi ülkelerde, butik yayıncılığın milenyumla birlikte ciddi bir yükselişe geçtiği sıklıkla dile getirilen bir tespit. Ama gelin görün ki, orada da bağımsız yayınevlerinin en büyük sorunu dağıtım, yani okura ulaşmak. Fransa’daki küçük üzüm bağlarının sahipleri bir araya gelip büyük şirketlerle bir mücadeleye girişmişti. Bunu örnek alan bazı yayınevleri ufak çabalar gösterseler de dağıtım sorununun çözüldüğünü söylemek zor. Bir yandan kendi kitabını basan yazarlarda da ciddi bir artış var. 10 yıl evvel bu sayı 32 bin iken bir yıl önce bu sayı 1 milyonu aşmış (www.jacarpress.com/readers/). Bu inanılmaz artışta, kitap basımının kolaylaşmasının yanı sıra, eleştiri mekanizmasının sistem içinde yer bulamamasının ya da niteliksiz ürünlerin insanları kitap yayımlamaya teşvik etmesinin de payı var. 

 

2008’de, Türkiye’deki 19 yayınevi bir araya gelip bir deklarasyon yayımlamıştı. Bağımsız yayıncılığın sona ermek üzere olduğuna, holding yayıncılığının ve tekelci medyanın dağıtım kanallarını bağımsız yayınevleri için zorlaştırdığına, siyasi gerekçelerle devletin de engeller çıkarttığına, yayıncılığı teşvik etmediğine, tektipleşme tehlikesine dikkat çekiliyordu. Ama bu deklarasyonun arkası gelmedi; yayınevlerinin ortaklaşa kurduğu kimi dağıtım şirketleri deneyimleri üzerine düşünerek yeni çare arayışına girilmedi ve deklarasyon sadece bir yakınma olarak kaldı. Çünkü yayınevleri arasında da, siyasette gördüğümüze benzer şekilde, kötü deneyimlerden kaynaklanan ciddi bir güvensizlik var. Yurt dışında olduğu gibi, internette yaygın bir satış sitesi kurup üye olanlara özel indirimlerin yapıldığı ve bağışların alındığı, bağımsız yayıncıları bir araya getiren kitap fuarlarının ya da şenliklerin düzenlenebildiği bir oluşum bile kurulabilmiş değil. Avrupa’da şiir yayıncılarının ya da anarşist yayınevlerinin düzenlediği, yoğun ilgi gören öyle çok etkinlik ve festival var ki… Türkiye’de ise herkes kendi bacağından asılıyor, artık yakınmaktan bile usanmış bir halde, sessizlik içinde bireysel çareler aranıyor. 

 

Yurt dışındaki bağımsız yayıncılık tartışmalarının bir ayağını da yerel kitapçılar oluşturuyor. Oysa İngiltere’de olduğu gibi, bağımsız yayınevlerinin yanı sıra, bağımsız kitapçılara yönelik etkinlikler, yazarların ve yayınevlerinin desteğiyle özel haftalar düzenlenebilir. Yurt dışındaki bağımsız yayıncıların bir avantajı da, kütüphanelerin düzenli olarak bu yayınevlerinden kitap alması, sponsorluklar, okurlardan gelen bağışlar ve iyi kazanan yazarların bazı yayınevlerine verdikleri ekonomik destek. Türkiye’de çok kazanan yazarların Aziz Nesin gibi yazarları örnek almaması çok üzücü. Kütüphane açmaları ya da bağımsız yayınevlerine destek olmaları çok önemli bir ivme yaratabilir. Örneğin ABD’deki Graywolf Press’in yıllık gelirinin neredeyse yarısı, bağışlardan ve yayımladığı kitapların aldığı ödüllerden geliyor. Bu yayınevi kendi internet sayfasında bütün mali yapısını şeffaf bir biçimde takipçileriyle paylaşarak bağışların nerelerde kullanıldığını da gösteriyor ki, örnek alınacak ilginç bir çözüm yolu aslında. 

 

Yurt dışında bağımsız yayınevlerinin bir başka sorunu da, büyük yayınevlerinin onları bir tür keşif alanı gibi kullanması. Bağımsız bir yayınevi, kimsenin yayımlamaya cesaret edemediği bir yazarın ilk romanını yayımlayıp da roman ilgi gördüğünde, büyük yayınevlerinin o yazarı hemen kendi şirketine bağlamasını kastediyorum. Riski alan bağımsız yayınevleri olsa da, asıl kazanan yine anaakım yayınevleri oluyor. Bu konuda yazarların da sorumluluk hissetmeleri gerekir tabii… Bu meselenin bir yanında da elbette okur var. Onay görmüş olana gösterdikleri ilgi, baskı sayısını, alınan ödülü ya da medyatikliği önemli bir kıstasa dönüştürüyor. Okurun bu yönelişi, kitle kültürü ve tüketim toplumu gerçeğine uyumlu olsa da, butik yayıncılar için önemli bir sorun. Bu sorunun aşılması, ancak ve ancak eleştiri mekanizmasının işlemesi, nitelikli olanın görünürleşeceği bir ortamın yaratılmasıyla mümkün olabilir.

 

Kitaptan Avrupa ülkelerinin tümünden daha yüksek vergi alan, sansür davalarıyla uğraştıran, kitapçıların ve edebiyat dergilerinin birer birer kapandığı bir ülkede, butik yayıncılığın devam etmesi bir mucizeyse, bu mucizenin sürekliliği için kafa kafaya verip çareler düşünmemiz de şart. Ve yine de umutsuz olmak mümkün değil; yayıncılığımızın gizli kahramanları sayesinde öyle güzel kitaplar yayımlanıyor ki… Onlara şükranlarımızı, binbir güçlükle yayımladıkları kitapları satın alarak sunabiliriz. Hep aynı yazarları ve birbirinin benzeri kitapları okumaktan lütfen bıkınız artık, yazarın aldığı ödülü, ününü ve kitabının kaç baskı yaptığını çok önemsemeyiniz. Gözünüze sokulanın ardında, okuma zevkinizi tatmin edecek ve yeni keşiflere imkan tanıyan zengin bir dünya bekliyor sizi.

 

 


 

 

YAYINCILARA SORDUK: 

 

BUTİK YAYINCILIĞIN SİZCE EN BÜYÜK SORUNU NE VE BU SORUNA NASIL BİR ÇÖZÜM BULUNABİLİR?

 

 

Sinan Kılıç (Alef Yayınevi): Butik yayıncı için şöyle bir handikap var: Ticari olarak kendi kaynaklarına dayanabilmek için belirli bir tempoda kitap üretmek gerekiyor (sözgelimi ayda dört kitap); bu da butik yayıncılığın tanımını zorlamaktadır. Her yıl kurulan onlarca irili ve yüzlerce ufaklı yayınevleri arasında hayatta kaldığınızı göstermeniz gerekir. Bu da zaman demek. Size batan ya da sağ kalan diğer yüzlerce yayınevinden farklı bir kimlik, özgün bir görünüş ve deneyim kazandıracak olan en az üç, dört, beş yıl gibi bir süre. Ve bu özgün deneyimin kaotik bir pazarda görünmesini sağlayacak belirli miktarda ürün. Bu da para demek. Bu iki parametreyi denkleyen sermaye miktarı her yıl giderek büyüyor. Kazanç ile harcama arasındaki orantısız farkı kapatmak için ya butik tanımını zorlamak pahasına tempolu bir şekilde kitap üretip satış becerilerinizi geliştirmek zorundasınız ya da yayıncılıkla dolaylı işlerle uğraşıp başka kuruluşların “outsource” ettiği işleri yapmak... Tabii ki bu söylediklerimizi geçersiz kılacak neredeyse sonsuz bir para kaynağına sahip olmak da butik yayıncılık tanımının dışında değildir. 

 

Mehmet Öznur (Encore Yayınları): Bana göre butik yayıncılığın en büyük sorunu butik yayıncılığın kendi kendisini yok etmek üzere ortaya çıkması gibi bir paradoksta yatıyor. Daha açık söylersem, klişe de olsa bu bir gönül işidir; ama her butik yayıncının gönlünde bir aslan yatar ki o da butik değil büyük yayıncı olmaktır. Ya belli bir süre içinde yok olacaksın ya da büyük olacaksın. Bu geçişi arkasına bankaları, şirketleri almadan, kendi duruşlarına pek de halel getirmeden başarmış, mücadeleyle bu zor geçitten kafasını çıkarmış yayınevleri var Türkiye’de. İşte bu zorlu geçiş süreci sorunların en büyüğü butik yayıncılar için, çözümü de -yine başa dönersek- gönül işiyle, daha doğrusu politik bir tutkulu bağla ilişkili olsa gerek.

 

Emrah Yaralı (Habitus Kitap): Butik yayıncılık elbette birçok veçhesiyle tartışılabilir. Bir pazarlama aygıtı olarak da kullanılabilir. Ama oralara girmeden en temel sorun olarak dağıtımı gösterebiliriz. Kitabınızı dağıtamazsanız gösteremezsiniz, gösteremezseniz satamazsınız. Kitabınızı rafta belli bir süre tutamazsanız okuyuculara ulaştıramazsınız. Böylece bir yayınevi için sürdürülebilirlik riske girer. Yeni yazarlara, yeni tartışmalara zemin oluşturabilecek bağımsız kitapçılar -belki yeni kafe kültürü buraya evriltilebilir- yanında, yine pratik bir çözüm içinde tüm türlerle ayrımsız her alanda zenginleştirilecek olan kütüphaneleri çoğaltmak, yani herkese ulaşılabilir açık kaynaklar oluşturmak en başta düşünülebilecek çözümler olabilir, ki hemen ardından karşılıklı ilişkilerle arz talep ilişkisini para piyasasıyla değil kelimenin gerçek anlamıyla ihtiyaç ilişkileriyle -okuyucu-yayıncı arasında- kurabilecek çözümler sağlanabilsin. 

 

Hüseyin Çukur (Labirent Yayınevi): Butik yayıncılığın sorunlarını, genel olarak yayıncılıktan ayırmamak gerektiğini düşünüyorum. Sürecin ve koşulların butik yayınevleri açısından, sermaye sahibi yayınevlerine nazaran daha çetrefilli ilerlediği bir gerçek ama sırtınızı dayadığınız büyük bir sermayeniz yoksa, butik olun ya da olmayın, aynı sorunlarla karşılaşıyorsunuz: Kitabınız iyi dağıtılmıyor, kitabevleri çoksatarlar varken, raflarında sizin kitaplarınıza yer açmaktan imtina ediyor. Aynı durum gazetelerin kültür ve kitap ekleri için de geçerli. Orada da ağırlıklı olarak okuyucuya, reklam veren yayınevlerinin kitapları tanıtılıyor. Labirent, ekim ayında üç yaşına girecek. Bugüne kadar 42'si dilimize ilk kez kazandırılan 48 polisiye eser yayımladık ve reklam vermediğimiz için hâlâ sayfalarını bize "layık" görmeyen yayınlar var. Bu soruna nasıl çözüm bulunur? Yayıncılık, piyasa koşullarının belirlediği, tüccar zihniyetin hâkim olduğu bir "iş sahası" olmaya devam edecekse, bir çözüm bulunacağını sanmıyorum.

 

Baran Bilir (Lemis Yayın): Küçük ölçekli yayıncıların karşılaştığı tüm irili ufaklı zorlukların sonucu sık ve düzenli kitap yayımlayamamak oluyor. Büyük bir sermayeyle veya geniş bir katalogla yola çıkmayınca, yeni kitaplar basıp yola devam etmek için ilk yayınlarınızın okurdan göreceği somut ilgiye bağımlısınız. Bu bağımlılık, yayın çizginizi belirginleştirecek sayıda kitap basana dek potansiyel okurun dikkatini çekmenin zorluklarıyla birleşince bir kısırdöngü doğuyor. Küçük ölçekli yayıncıların bu kısırdöngüyü aşması, yola çıkarken hayalini kurduğu okura bir yolunu bulup ulaştıktan ve onun güvenini kazandıktan sonra mümkün ancak. Kitap sektörünün diğer bileşenleri pek küçük ölçekli yayıncı dostu olmadıkları için, burada iş, çoğunlukla yayıncı ve okur arasındaki dolaysız etkileşime kalıyor.

 

Behlül Dündar (Jaguar Kitap): Butik ya da tercih ettiğimiz deyimle bağımsız yayıncı olarak pek bir şikayetimiz yok. Az kitap çıkardığımız için ince eleyip sık dokumak zorundayız. İyi kitap keşfetmek -ve onun haklarını almak- dışında bir sorun yok şimdilik.

 

Semih Gümüş (Notos Kitap): Butik yayıncılığın en önemli sorunu paradır. Çünkü butik yayıncı kitabı herhangi bir mal gibi değil, bir estetik nesne olarak görür. Dolayısıyla yayımladığı kitapların ve dergilerin tasarımı ve baskısına gösterdiği özen, maliyeti çok yükseltir. Oysa o maliyeti taşıyacak bir dağıtım ve satış alanına, tanıtım olanaklarına sahip değildir butik yayıncı. Çözümü okurda. Okur, iyi kitapla kötü kitabı ayırt etmeli. Büyük yayınevleri de butik yayınevlerinin okurlarına gözünü dikmemeli.

 

İrem Çağıl (Sinek Sekiz Yayınevi): Küçük ve bağımsız yayıncılığın en büyük sorunu, ülkedeki birçok üretim alanında olduğu gibi, kullanılan malzemeyi üretmiyor oluşumuz. İthal kağıt/karton fiyatları euro üzerinden ve hayli yüksek. Sonrasında da dağıtımla ve lojistikle ilgili sorunlar geliyor...

 

 

 


 

 

* Görseller (sırasıyla): Geray Gençer, Kaan Bağcı, Mehmet İnanır

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.