Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

‘Muzır’ Palahniuk'un cüretkar Pigme’si



Toplam oy: 1116
Chuck Palahniuk
Ayrıntı Yayınları
Pigme ilgi çekici bir kitap olmakla beraber, tercih edilen deneysel dil kullanımı sebebiyle daha önce Palahniuk okumamış bir okuyucunun, yazarın söz konusu eserinden başlamaması daha sağlıklı olabilir.

Sanat teorisinin en temel ve kadim öğesi olan klasik Yansıtma Kuramı (Mimesis), sanatçının liyakatıyla gerçekliğin yansıtılması arasında doğru bir orantı kurar. Bu bağlamda, genel yanılgının aksine sanat yalnızca güzel, ideal ve iyi olanın estetiği kapsamında tezahür ettiğince sanat değildir. Sanat gerçekliğin öteki yüzünün; çirkin, yoz, kötü ve iğrenç olanın da kendi estetiğince yansıtılmasından aynı ölçüde sorumludur. Eğer bir toplumda sanat çirkin, yoz, kötü ve iğrenç olanı yansıtmıyorsa ve eğer bir Güneş Ülkesi’nde, bir Ütopya’da yaşanmıyorsa geriye iki ihtimal kalmış demektir: Ya o toplumda gerçeklik yerini totaliter tahakkümün yarattığı bir tahayyüle terk etmiştir, ya da o toplumdan sanatçı yetişmemektedir...

 

 

Bu hususlardan bahsetmemizin sebebi, bu ay elimizde Ayrıntı Yayınları’nca yayınlanan Chuck Palahniuk’un Pigme’sinin (2009) olması. Zira Palahniuk, Dövüş Kulübü, Ölüm Pornosu gibi kışkırtıcı, grotesk bir üslup kullandığı eserleriyle mevcut sosyo-ekonomik sistemi en ağır eleştiren ve eserleriyle gerçekliğin sözünü ettiğimiz karanlık tarafına tutunan Yeraltı Edebiyatı’nın en önemli temsilcilerinden biri. Fakat biz Türkiye’de Palahniuk’u yalnızca bir yazar olarak tanımıyoruz. Kendisi Ölüm Pornosu isimli eseri sebebiyle ülkemizde bir suçlu adayı. O Amerikalı olduğu için paçayı kurtarıyor, lakin Ölüm Pornosu’nun yayıncı ve çevirmeni o kadar şanslı değil; hala hapis istemiyle yargılanıyorlar. İşin eğlenceli tarafı, mahkemenin hala bir ‘bilirkişi’ krizi yaşıyor olması. Yani bu baylar, konu hakkında hiç bir liyakat ve ehliyetleri olmadığını, yani ‘bilmez’ kişiler olduklarını kabul ediyor; fakat mezkur kişileri hapse atmaya çabalarken bu kifayetsizliği engel olarak görmüyorlar. Anlaşılan o ki Themis’in hain evlatları terazinin bir kefesinde sanata, ötekinde Themis’in kendine tecavüze yelteniyor. Heyhat sorun değil; Themis hukuktan adalete gebe kalmıyor, tecavüzden tahakküme hamileyse de keyfi bilir; arzu ederse kendini öldürebilir. Ah şu Yeraltı Sanatı! Hayali saadetin yerine sahici müstekrehliğe ayna tuttu mu ne de çok sıkıntıya sebep oluyor...

 

 

 

 

 

 

 

Pigme’nin janrı ve Palahniuk’un ülkemizle münasebetlerinin akabinde biraz da kendisinden söz edelim. Hikayemizin kahramanı Kuzey Kore’yi andıran ultra totaliter bir ülkeden ABD’ye değişim öğrencisi olarak gelen 13 yaşındaki bir ‘ajan’. Amerikalı ev sahipleri anlatı boyunca gerçek ismini öğrenemediğimiz çelimsiz ‘Ajan 67’ye ‘pigme’ diyor. Bizim pigme orta sınıf anaakım Amerikan ailesinin iş-kilise-okul-Wallmart dörtgenindeki ritüeline takdim edile dursun, kendisinin tek bir amacı var: “Kargaşa Operasyonu”nu nihayetine erdirip Amerika’yı haritadan silmek.

 

 

Pigme, biçimsel bağlamda ‘mektup roman’ denilen, günlük yazılarının tasniflendiği bir yöntemle kaleme alınmış. Okuyucuysa anlatıma pigmenin ağzından, anavatanı için tuttuğu kayıtlardan dahil oluyor. Lakin eserimizin en önemli biçimsel özelliği kullandığı dilde yatıyor. Zira Palahniuk hem kahramanının İngilizce yetersizliğini okuyucuya bütünüyle yansıtmak, hem de kimi zaman bir mizah aracı olarak kullanabilmek adına eserin tamamını ‘bozuk İngilizce’ denilen (Broken English) deneysel bir anlatım diliyle kaleme almış: “Eleman benin sırasının üstü, kendisinden önceki konukların oyarak yazdığı, bu ajanın anne ve babasından da öncesine uzanan Arapça rakamlarla tahrif edilmiş” (s.166). Terazide mizahın kefesini ağırlaştıran bu kullanım, şüphesiz akıcılık hususunda ciddi bir taviz veriyor. Bu sebeple okuyucunun kitabı edinmeden önce esere biraz göz gezdirmesi yerinde olacaktır. Zira dile alışmadan önce bir süre sabır göstermek gerekiyor.

 

 

 

 

 

 

Topluma yönelik eleştiride Palahniuk’in geleneğini bozmayarak sisteme karşı bütün silahlarını ateşlediğini görüyoruz. Kapitalizmin zombileşmiş tüketicileri, eğitim sistemindeki cinsel ve edimsel yozlaşmışlık, ırkçılık ve iki yüzlü-hastalıklı dindarlık hedef tahtasına mahkum oluyor. Banal sistem eleştirisine çalımlayabilmek adına bu tenkitin Kuzey Kore gibi bir ülkenin konjonktüründen yetişmiş bir karakterin gözünden yansıtılması başarılı bir sonuç veriyor. Ailesinden alınıp dört yaşından itibaren bir süper ajan olarak yetiştirilen Pigme’nin gözlerinden hem Batı karşıtı totaliter rejimlerdeki insanların Batı’ya karşı haklı sosyo-politik öfkelerine, hem de totaliter yönetimlerin parti, rejim ve devlete hizmet kisvesinde bireyselliğe vurduğu zincirlerin dışa vurumuna tanık oluyoruz. Buna istinaden oluşan ikilem Batı sisteminin eleştirisini banal sınırlarının dışına çıkarırken, totaliter rejimleri de eleştiri oklarından sakınmıyor. Özellikle Pigme’nin görev duygusu ile kız kardeşe karşı hislerinin çakışması her ne kadar eserin kısmen basitçe sonlanmasına sebep olsa da, genelde sözünü ettiğimiz olguların klişelere kaçmadan incelenmesini sağlıyor.

 

 

 

Pigme ilgi çekici bir kitap olmakla beraber, tercih edilen deneysel dil kullanımı sebebiyle daha önce Palahniuk okumamış bir okuyucunun, azarın söz konusu eserinden başlamaması daha sağlıklı olabilir. Öte yandan, kitabın ikinci bölümündeki eşcinsel tecavüz sahnesiyle tavan yapan cüretkar anlatım; hem sert, hem de mizahi toplumsal, cinsel, dini eleştiriler yeraltı edebiyatı ve yazara aşina okuyucuyu ziyadesiyle memnun edecektir.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.