Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Havada kalan” öyküler


İyi
Toplam oy: 256
Kurt Schwitters // Çev. Deniz Kurt
Sub Yayınları
Fragman estetiğinin bir yansıması olan öykülerinde Schwitters, malzemeden çok, onun nasıl biçimlendirildiğini ortaya koyuyor.

1918’de Berlin-Dada’ya yaptığı başvuru kabul edilmeyince, ertesi yıl bir manifesto yayımlayıp kendi sanat hareketi olan (bir kolajında kullandığı Kommerzbank’tan türettiği) “Merz”i tanıtıyordu Kurt Schwitters. Anlamsızlığı esas alan, eline geçen her şeyle sanat üretmeye dayanan, özgürce biçim vermenin önemine dikkat çeken, sanat olan ve olmayanı birleştiren Merz, yalın ve düşündürücü bir hareketti. Merz’le parça/fragman estetiğinin kurucusu sayılan Schwitters’in bir yazar olarak anılması ise, 1940’ta “düşman ülke” vatandaşı diye esir düştüğü İngiltere’de kaleme aldığı Üç Öykü kitabında da karşılaştığımız “Yassı ve Yuvarlak Ressam”a rastlıyor. Kitaptaki diğer iki öykü ise esir kampından salıverilişinin ardından yazdığı “Enayi” ve “Ev Sahibesi.”

Schwitters’in öykü yazarlığı ile Merz’deki sanat söylemi; anlamsızlıkla örülü anlam haline gelen parça-an-fragman arasında bağlantı bulunuyor. Merz’de olduğu gibi öykülerinde de kendi hayatından izlere rastladığımız yazar, “Yassı ve Yuvarlak Ressam”da, havaya çizim yapan birini anlatırken tutsaklık günlerinde kurduğu absürt evreni betimliyor sanki. Schwitters, yalnızca absürt bir evren kurmuyor, aynı zamanda ona dair bir masal da uyduruyor. Burada, çizilen resim de ressam da yazarın Merz’le oluşturduğu anlamsızlığın içindeki anlam sularında boy gösteriyor. İkinci Dünya Savaşı’nın en hararetli günlerinde yazdığı bu öykü, Schwitters’in kendine özgü Dadacı kimliğinden türeyen simgesel bir niteliğe sahip. Ressam ve çizdikleri (kraliçe, uçak vd), yeri geliyor bir yerlere ve kimi olaylara gönderme yapar gibi görünüyor, yeri geliyor havada kalıyor.

“Enayi” öyküsünde ayakları biraz daha yere basan bir durum var. Cin olmadan adam çarpmaya çalışan bir balıkçının, uyutmaya çalıştığı kişi tarafından soyulmasını konu alan öykü, adeta bir anti-tüccarlık anlatısı.

“Ev Sahibesi” ise, savaş zamanı savaş silahı olan kibritin ve gazın, barış zamanı “barış silahı” sayıldığı bir dönemin ürünü ama öyküdeki kadının barışla ilgisi yok; kiracısından, koyduğu katı kurallara bir Nazi subayı edasıyla uymasını bekliyor. Her ne kadar barış dönemi de olsa ev sahibesinin tavrı, aklının yakın geçmişe takılıp kaldığını gösteriyor.


İronik ve simgesel eleştiriler

 

Fragman estetiğinin bir yansıması olan öykülerinde Schwitters, malzemeden çok, onun nasıl biçimlendirildiğini ortaya koyuyor. Bir anlamda Merz’de uyguladığı özgür sanat eylemini öykülerine uyarlayıp soyutlamanın kapısını ardına kadar açıyor.

Üç Öykü’deki metinlerde, kurduğu sahnede adeta doğaçlama bir oyun sergileyen Schwitters, Dada’nın 1918 tarihli manifestosunda geçen “herkes kendi sanatını yapar” sözüne göz kırpmakla kalmayıp kendi manifestosundaki “sanat ciddi sorunlarla oynamaktır” ifadesini hayata geçiriyor. Böylece “Yassı ve Yuvarlak Ressam”, “Enayi” ve “Ev Sahibesi”, masal gibi başlayıp bozguncu bir hal alıyor.

Üç Öykü’deki metinler, ayrıca, gerçeküstü özellikler taşımakla birlikte ayağı hakikatin toprağına hayli sağlam basıyor. Schwitters’in, ironik ve simgesel eleştirelliğinin bir izdüşümünü barındırmasıyla Merz işlerinin metne dökülmüş biçimi demek de mümkün onlara. Saçma veya anlamsız gibi görünse de hepsi yazıldığı dönemin karakterini ve rengini taşımakla birlikte zaman üstü bir niteliğe de sahip. Schwitters, öyküleriyle son derece sade ve derin insan çözümlemeleri yapıyor, kısa ve etkili davranış analizlerinde bulunuyor.

 

 

 


 


Görsel: Alpay Aksayar

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.