Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Adımı unuttum, vardı üstelik"



Toplam oy: 913
Rıdvan Gecü
Tekin Yayınevi
Sünepe'yi bitiren okurun aklı, ucu açık kurgularla meşguldür: Önce Sünepe mi vardı, Osman mı? BKK'nin hikayesi gerçek mi, Neva var mıydı? "Nasıl başlayacağınıza, ne anlatacağınıza, hangi biçimde sonlandıracağınıza karar vermezseniz, yazmanın ucu açıktır." Galiba okumanın da öyle...

Görülmeme durumu kurmacada epeyce işlenmiştir, fiziksel bir görünmezlik değil de karakterin ve temsil ettiklerinin görünmez olduğu durumlar, ana karakterin adının olmayışı, etraftakilerin karakteri silikleştirmesi ve sonucunda genellikle varılan birey-toplum çatışmasına dayalı toplumsal eleştirinin örneği çok. Birinci tekil şahısla kendi hikayesini anlatan Sünepe de görülmeyenlerden, varlığı yokluğu bir; beceriksizce kendini görünür kılmayan çalışan bir adam.

 

Plansız bir kurguyla, Sünepe'nin gündelik hayata dair durum tespitleri ve geçmişe dair bölük pörçük anlattıklarıyla karakterin çerçevesi çizilmiş. Etiketlerden ve isimlerden nefret ettiğini; baba, anne ve kardeşinin ölümlerini; kritik anlarda bir fon müziği gibi beliriveren şeftali suyunun ve üç oda bir salon evlerin hayatındaki önemini; arkadaş toplantılarında, Salihalarla dolu otobüslerde, aile içinde, sınıfta küçümsene küçümsene yok olmaya başlayışını; çevirmenlikle geçimini sağladığını, sonraları okuduklarını beğenmeyerek yazma eylemine giriştiğini, yer yer isyan ederek, yer yer okuyucuyla diyaloğa girerek, bazen dolaylı ama hep ironik bir dille anlatıyor Sünepe. Bu basit olay örgüsü zaman ve mekandan bağımsız ilerliyor, arada bir günümüzde restoranlarda sipariş edilen gözde yemeklerin adları ve akbil sesi gibi detaylarla şimdiki zamandaymışız hissini veriyorsa da, mekanla ilgili en ufak bir ipucu yok, zaten romanın buna ihtiyacı da yok.

 

İlk sayfalardan itibaren aralara serpiştirilmiş, bazen can sıkıcı raddeye varan göndermeler karakterin inandırıcılığını ve anlatının gidişatını kimi zaman bozuyor. Sünepe'nin iyi bir okur olduğunu anladık, bu kadar çok alıntıya ve yazar ismine gerek var mı diye sorarken açıklaması yine Sünepe'den geliyor: "Ancak söylediklerimin bir başlarına yeterli görülmeyeceğini daha önceki tecrübelerimden de edinme fırsatını pek çok kez yakalamış olmam hasebiyle, çoğu zaman rüştünü ispatlamış insanlardan alıntılarla desteklemek zorunda hissediyorum bahislerimi." Bununla da bitmiyor, Sünepe rol model olarak Sartre'ın Roquentin'ini, Camus'nün Meursault'sunu, Atılgan'ın C.'sini ve Zebercet'ini benimsediğini özellikle belirtiyor. Bunlara yazarın temkinli savuşturma hamleleri diyebiliriz. Karşılaştırılması muhtemel örnekleri bilfiil metne dahil ederek o yönden gelecek eleştirileri en baştan engelliyor, fakat bu göndermeler bazen metne katkısı olmayan gereksiz kalabalıktan öteye gidemiyor, ayrıca bu kadar korunaklı yazmak hem romanı hem okuru yoruyor. Günümüz edebiyatında çok satar olma özelliğine sahip olabilme yöntemlerinin, pamuk-demir edebiyatı eleştirilerinin, bazı tarihi olaylara yapılan göndermelerin dozu fazla kaçmış, asıl anlatıyı zaman zaman gölgeliyor. Okurun dikkatini çekmekten ziyade rahatsız etme pahasına sürekli kendini imlemek ve okura seslenmek, gündelik pratiklerdeki basiretsizliğinin ve diyalog kurmadaki beceriksizliğinin ince detaylarıyla usul usul işlenmekte olan karakterin ayağına çelme takıyor.

 

"Cümle, aldatır."

 

Sünepe'yle birlikte Bileklerini Kesen Kadın'ın (BKK) peşine düştüğümüzde işler değişiyor. Bu, romanda çatışmayı kurmak için olmazsa olmaz bir aşk öyküsünde yer alan yan karakter gibi görünebilir ancak biraz fazlası var. BKK'nin olaylara dahil olmasıyla isimsiz kahramanımız bir isme kavuşuyor, bu noktada kurgu kırılıyor - ya da Sünepe'nin romanda belirttiği gibi bu yeni etiketle birlikte "kurgu başa dönüyor”. Üstkurmacanın yardımıyla romanda yeni katmanlar oluşurken karakterin değişimini de izliyoruz. Don Kişot'taki rahiple berber ve Holden Caulfield gibi edebiyat kahramanları bu üstkurmacaya ustalıkla yerleştirilirken, artık okuduklarımız zaman zaman bencilleşen ve küstahlaşan Sünepe'nin başından geçenler mi, yoksa yazdığı bir öykünün içinde miyiz bilemiyoruz. İç içe geçen ve birbirinden türeyen farklı kurguları izliyoruz, katmanlarda yan karakterlerin isimleri farklılaşıyor. Bir yandan da Sünepe'nin kurgunun gidişatı hakkında anlattıkları ve yazarlık serüvenine dair verdiği ipuçları metni bulanıklaştırarak örtülü bir anlatıma sürüklüyor, okuru üst katmanlarda oynanan oyunun içine çekiyor.

 

Yayınevinin basmayı reddettiği ve Sünepe'nin ciltletip tek nüsha olarak kendi kütüphanesinde sakladığı öyküleriyle kendi hikayesi arasında gidip geliyoruz, ta ki Sünepe BKK'nin arkadaşı Neva'ya aşık olana, yani kurgu başa dönene ve asıl anlatı bitene kadar.

 

"Önceden yazdığım bir öyküyü mü yaşamaya çalışıyordum ben acaba?"

 

Roman asıl anlatıda Sünepe'nin yazdığını belirttiği iki ekle sona eriyor. Biri "Osman'ın Hikayesi", diğeri "Neva'nın Hiç Merak Etmediği Gerçekdışı Öykü". Her iki ek de farklılaştırılmış bir dille yazılmış, Sünepe'nin anlatımından sıyrılmayı becerebilmiş, asıl anlatıya bağlanan ve hayati katkıları olan hikayeler.

 

Kitabı bitiren okurun aklı ise, ucu açık kurgularla meşguldür: Önce Sünepe mi vardı, Osman mı? BKK'nin hikayesi gerçek mi, Neva var mıydı? Aranan cevap da romandadır: "Nasıl başlayacağınıza, ne anlatacağınıza, hangi biçimde sonlandıracağınıza karar vermezseniz, yazmanın ucu açıktır." Galiba okumanın da öyle...

 


 

* Görsel: Ali Seyitoğlu

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.