Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ah Romeo, Romeo adın neden böyle?



Toplam oy: 1720
Juan Eduardo Tesone
Bağlam Yayıncılık
Freud’a göre, kişi bir adı ömrünün sonuna kadar taşıyacaksa, bu ad o bireyin dış gerçekliğini ve elbette ruhsallığını da önemli ölçüde etkiler. Bu durum edebiyatta da paralellik göstermektedir.

“Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler (Edip Cansever)" Bir kişiye veya bir esere ad koymak onu simgeleştirmek, varlığını kabul etmek anlamına geliyor. Adlandırdığımızda aynı zamanda ondan ayrılıyoruz, dışsallaştırıyoruz ve onu yaşama ve ilişkiler düzenine sembolik düzeyde dahil ediyoruz. Gerçekten var edebilmek için adlandırıp; var olabilmek içinse adlandırılıyoruz.

 

Başka bir deyişle ad vermek; tanımlamak, zamanda ve mekanda saptamak anlamına  geliyor.

 

Mesleğimden ötürü özellikle psikolojik sorunları olan çocuklarla çalışırken, aileleriyle yaptığım ilk görüşmelerde çocuklarına verdikleri adların öykülerini anlamaya çalışıyorum. Çünkü çocuğa bir ad seçip vermek ona ailevi bir tahayyül ve sembolik bir tarih hediye etmek anlamına geliyor. Ailelerin çocuğu dilde nasıl belirledikleri, çocuğun dış dünyada nasıl belirlendiğini de temellendiriyor. Adın kimin tarafından konulduğu, ne anlama geldiği bize ailenin arzuları, korkuları, kayıpları; ailenin kuşak geçişliliği hakkında önemli bilgiler sunuyor.  Aynı zamanda ailenin tarihsel ve kültürel kodlarını da açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

 

Bir ölçüde ölümsüzlüğe ulaşmanın yollarından bazıları, bir eser yaratmak veya bir çocuk dünyaya getirmekse, o çocuğa veya esere ad vermek de sıradan, tesadüfi bir olay değildir. Freud’a göre psikanalitik uygulamada sıklıkla bilinçdışı düşüncenin adlara atfettiği önem üzerinde ısrarla durmak gayet doğaldır. Çünkü kişi bu adı ömrünün sonuna kadar taşıyacaksa, bu durum o bireyin dış gerçekliğini ve elbette ruhsallığını da önemli ölçüde etkileyecektir.

 

"Benim düşmanım senin adın"

 

 

Bu durum edebiyatta da paralellik göstermektedir. Örneğin Rolan Barthes’a göre yazarlar roman nesnesini kurmak için özellikle anılardan yararlanırlar. Çağrışım gücüne en yüksek derecede sahip olan nesneler ise özel adlardır. Barthes’a göre özel ad, yazarın anılarında kullandığı üç özelliğe sahiptir:

 

1) Sadece tek bir göndergeyi nitelediği için özselleştirme gücü,

2) Alıntılama gücü,

3) Keşfetme gücü.

 

Barthes, bu bağlamda Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanında  geliştirdiği şiirsel olayın, adların keşfi olduğunu ileri sürer. Özel ad, Proust’un roman sisteminin merkezinde yer alır ve anlatılar bu merkez etrafında örülür.

 

Veya William Shakespeare, “Roma’ya giden hacı” anlamına gelen Romeo adını tesadüfen seçmemiştir. Romeo ve Juliette eserinin ikinci perde, ikinci sahnesinde Juliet adların trajedideki önemine dikkat çeker:

 

“Ah Romeo, Romeo adın neden böyle. Babanı inkar et ve vazgeç adından. Ya da istemiyorsan böyle bir şey, yemin et beni daima seveceğine ve ben bir Capulet olmayayım artık.”

 

İlerleyen bölümlerde ise şöyle der: “Benim düşmanım sadece senin adın. Ah değiştir şu adı.”

 

Arjantin Psikanaliz Derneği ve Paris Psikanaliz Kurumu üyesi Juan Eduardo Tesone de adın önemi üzerinde özellikle duran psikanalistlerden. Bağlam Yayınları’nın Düş/Düşün serisinden çıkan kitabı Adların İzinde, Ötekilerin Bizde Yazdıkları isimli kitabı adların yalnızca bireysel değil, kültürel ve tarihsel kökenlerine de ışık tutuyor. Kitap, psikanalitik bir bakış açısıyla yazılmış olmasına rağmen edebiyat, siyaset, antropoloji gibi bilimlerden de oldukça besleniyor. Bir taraftan Antik Yunan, Eski Mısır, Uzak Doğu, Afrika topluluklarının, diğer yandan tek tanrılı dinlerin ad konusundaki tutumlarına, alışkanlıklarına yer veriyor. Roman kahramanlarındaki, roman mekanlarındaki adların seçim süreçlerinden analizlerine, ad koyma ritüellerinden, adın işlevlerine ve anlamlarına dair bizleri pek kıymetli sorgulamalara davet  ediyor. Adların önemini, fonetik değerini fark etmemizi sağlıyor. Adın belirleyici gücünden,  gösteren gücüne doğru bir hayli yoğun düşünme ziyafeti sunuyor.

 

Ad kavramına bir de Juan Eduardo Tesone’nin gözünden bakmayı ısrarla öneriyorum.

 

 


 

 

Görsel: Anthony Falbo

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.