Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Aile salonumuz yoktur



Toplam oy: 960
Saul Friedlander // Çev. Tuğçe Aysu
İthaki Yayınları
Kafka gibi Prag doğumlu olan Friedländer, Kafka’nın yaşamının her boyutuna eğiliyor. Cinsel yetersizlik vurgusu, eşcinsellik imaları, Yahudi kimliğiyle kurulan karmaşık ilişki, babayla kurulan gergin ilişki, Felice ve Milena ile ilişkiler, kronik uykusuzluk sorunları...

Franz Kafka’nın yazdıkları, büyük yazarlardan bekleneceği gibi güncelliğini korumaz. Güncelliğini acımasızca artırır. İçinde yaşadığımız gezegen, gün geçtikçe Kafka’ya kaygı veren o tuhaf yere benzemektedir çünkü. Kafka’nın korktuğu, başımıza gelmiştir. 

 

Onun bu karanlık gelecek vizyonu, bilindiği gibi özel hayatından izlerle doludur. Kişisel ilişkilerindeki sorunlardan yola çıkarak insan ilişkilerindeki evrensel, zamansız ve tabii ki absürd çıkışsızlıkları ortaya koymuştur Kafka. Bu nedenle yaşamı en çok merak edilen yazarlardandır. Bu nedenle onun üzerine yazılmış kitapların sayısı, onun yazdıklarının onlarca katıdır. 

 

Edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından olan, “Kafkaesk” kavramını dünyaya armağan eden bir ismin sadece üç roman yazmış olması ilginçtir. Üstelik birinin sonunu da getirmemiştir. Romanları dışında öyküleri, günlük yazıları ve mektupları olduğunu da belirtelim tabii. Kafka nicelik olarak az yazmasına rağmen etkisi olağanüstüdür. Neden-sonuç ilişkilerinin bilinçli olarak kurulmadığı, konforlu bir okuma için birbirinden ayrı durması gereken olay örgüsünü, karakterleri ve çevreyi iç içe geçirmekten çekinmeyen, süssüz yazma sanatının doruğu olarak nitelendirilebilecek yapıtlar ortaya koymuştur. 

 

Pulitzer ödüllü İsrailli tarihçi Saul Friedländer’in Kafka: Utanç ve Suçluluğun Şairi adlı kitabı, Kafka’nın yazdıkları, hayatı ve bu ikisinin ilişkisi üzerine kapsamlı, sürükleyici ve yeni bir çalışma. Kitabın derdi edebiyat magazini değil. Bu çalışma, popülist yaklaşımlarda olduğu gibi tek boyutlu bir kahraman yaratan veya öznesini dramatize edilecek bir malzeme olarak gören biyografilerden de değil. Kafka gibi Prag doğumlu olan Saul Friedländer, Kafka’nın yaşamının her boyutuna eğiliyor. Cinsel yetersizlik vurgusu, eşcinsellik imaları, Yahudi kimliğiyle kurulan karmaşık ilişki, babayla kurulan gergin ilişki, Felice ve Milena ile ilişkiler, kronik uykusuzluk sorunları karşımıza çıkan konu başlıklarından bazıları. 

 

Korku/kaygı ayrımı

 

 

Kitapta, Kafka’nın yarattığı atmosferi çok iyi özetleyen alıntılara da yer verilmiş. İçlerinden biri özellikle ilgimi çekti: “Kafka’nın utanç hissi iyileşmedi. ‘Kafka ölümünden yetmiş yıl sonra,’ diye yazdı John Updike 1995 basımındaki The Complete Stories’in (Bütün Hikayeleri) önsözünde, ‘modern zihniyetin önemli bir boyutunun, kaynağı belirlenemeyen ve dolayısıyla yatıştırılamayan endişe ve utanç duygusunun önemli bir örneği oldu.’”

 

Korkunun ve endişenin kaynağının belirsiz oluşu Kafka’yı yorumlamak için kilit bir nokta. Korku ile kaygının ayrımını ilk yapan düşünür, Kafka’nın en çok etkilendiği isimlerin başında gelen Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’dı. Ona göre korku, belirli bir nesneye yönelmiştir ve bir nesneye bağlıdır. Buna karşılık kaygı hep belirsizdir. Kaygı herhangi bir yönelimi olan bir duygu değildir. Nesnesi olmayan bir ruhsal durumdur. Bu nedenle Kierkegaard’a göre hayvanlarda kaygı yoktur, sadece korku vardır. İşte Kierkegaard’ın bilimsel olarak incelediği bu konuyu, Kafka edebiyatının ana motifi haline getirmiştir. Kafka’yı bu kadar özel yapan bu belirsizlik, onu kolayca çözümleyip bir kenara kaldırmamıza da engeldir aynı zamanda. 

 

Bu konunun başka bir yansımasına Friedländer de değiniyor. Kitapta Kafka’nın yazdıkları üzerinden sembolik okumalara yer veriliyor öncelikle. Örneğin Bir Köy Hekimi’nde, yaşlı hekimin üstünde biriken kar, okura olacak şeylerin işaretçisi olan bir kefeni anımsatabilir. Dönüşüm’de babası Gregor’u elma bombardımanına tutar ve bu elmalardan biri oğlunun sırtına ölümcül bir şekilde saplanır. Elmalar? Samsa ailesinde günah vardır, çok derine saklanmış “ilk günah.” Ancak bu sembolik okumalar bir noktaya kadar ilerliyor. Kitabın yazarının da itiraf ettiği gibi, “eğer bütün sembollere rahatlıkla erişebiliyor olsaydık, Kafka Kafka olmazdı."

 

Böcekleşmeye boyun eğme

 

Kitaba adını veren suçluluk kavramı genellikle Kafka’nın yazdıklarının başrolündedir. Dava’nın kahramanı Joseph K, gardiyanların her söylediğine harfiyen uyar. Ve meçhul mahkemeye itiraz ederken bile pratikte onun otoritesini sonuna kadar kabul etmiştir. Mahkeme onun güvensizliğiyle beslenip büyür. Boyun eğmesini sağlar. İçindeki suçluluk duygusu sayesinde ona hâkim olmayı başarır. Güvensizliğimizle, kuşkularımızla, korkularımızla beslenerek devleşen görkemli paranoya mahkemelerini, gotik bir manzara olsun diye tasvir etmemiştir Kafka. Bu konuda bir tür uyarı niteliğindedir onun yazdıkları. İnsanoğlu böcekleşmeye boyun eğmemelidir.

 

Kafka’nın gerçekliği bozma yöntemi de başlı başına bir araştırma konusudur. Friedländer bu konuyu biyografi ya¬zarı Richard Ellmann’ın James Joyce’un dünyasına uyguladığı nitelendirmeyi tersine çevirerek yapıyor ve kitabın belki de en vurucu tespitine imza atıyor: “Joyce’un keşfi, sıradanın sıradışı olduğuydu. Kafka’nın keşfiyse sıradışının sıradan olduğudur.”

 

Kitap, Kafka’nın hep geri döndüğü birkaç temel sorunu inceliyor: Utanç yaratan hissizlik ve ahlaki sorumluluklar, karmaşık bir cinsellik, doğrunun kayganlığı, en önemlisi kötülüklerin olduğu bir dünya, daha da ötesi, kötü bir dünya. Onun yazdıklarında beklenen normlar sürekli tersine çevirilir. İtaat etmesi gerekenler iktidar ve otorite figürüne dönüşür ve otoriteyi temsil edenler bir anda boyun eğen taraf olur. 

 

Kurum olarak aile

 

Kafka “kurum” denen olguyu hastalıklı bir yapı olarak görür. Fani bedenleri ve akılları müthiş bir baskı altında tutan ölümsüz kurumlar, onun yazdıklarının gizli kahramanlarıdır. Kahramandırlar çünkü hep kazanırlar. Gizlidirler çünkü gözle görülmezler, elle tutulmazlar, açıkça anlaşılmazlar. Hatta gerçekten var olmaları bile gerekmez. Sayfaları çevirdikçe, kurumların bu müthiş baskısının insanlar tarafından süratle içselleştirildiğini fark ederiz. İnsanların, zihinlerinde serpilip gelişen bu soyut ve ölümcül kurumlarla nasıl yaşadığına tanık oluruz. Bizzat kurumlara dönüşerek sistemin kendisinden beklediği şekilde hareket etmeye başlar herkes. İçselleştirilmiş kurumların motivasyonuyla ilerleyen insanoğlu, yapmak zorunda kaldığı şeyi yapmak ister hale gelir. 

 

İnsanlar resmen böceğe dönüşmüş olmalarına rağmen işlerine yetişmeye çabalayan, suçlu olmamalarına rağmen mahkemelere koşan, bilinmeyen efendilerin gözle görünmeyen şatolarının gölgesinde korku içinde yaşayan mahluklardır. Korktukları kurum kendi içlerinde olduğu için de, hallerinden şikayet etmezler. 

 

Kafka’nın kabusvari bir atmosfer olarak tasvir ettiği kurumlar illa mahkemeler, hapishaneler, akıl hastaneleri değildir. Herkesin ilk karşılaştığı kurum olan aile, Kafka için baskının başladığı yerdir. 

 

Bu nedenle Kafka’nın aile hayatı, biyografi ayrıntısı olmanın ötesinde bir öneme sahiptir. Friedländer’in kitabı, bu bilinçle Kafka’nın başta babasıyla olmak üzere aile ilişkilerini derinlemesine inceleyen bir çalışma.

 

 


 

* Görsel: Servet Kesmen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.