Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Ait olamamaktan yorgunum, Sevgili Alex"



Toplam oy: 1450
Murat Gülsoy, insan ruhunun çetrefilli âleminde dolaşan ve bulduğu kıymetli hazineleri hikayeleştirmeyi başaran bir seyyah benim için.

“İstanbullu” olmak, belli bir şehirde hayatını sürdürmenin ya da bir şehrin sakini olmanın çok ötesinde, bundan çok daha dallı budaklı, çok daha karmaşık şeyler düşündürtüyor bana. Bu açıklaması tuhaf hali kendi hayatımdan anlamaya çalışsam da –insan her şeyi anlamaya kendinden başlayan bir mahluk ne yazık ki– “İstanbulluluk” halinin kolektif bir hal olduğunun, hatta bu halin “şimdi”yi aşan, insanlık tarihi içinde hiçbir hale benzemeyen, ele avuca sığmayan bir gerçekliğe karşılık gelen bir şey olduğunun bilincindeyim. Bütün bunları düşünürken “aitlik” meselesi yanıp sönüyor kafamın içinde. Bizi “buralı” yaptığını varsaydığımız “aitlik” duygusunun ne kadarının gerçek olduğuna, ne kadarının bizim kendimizi ikna ettiğimiz bir şey olduğunu merak ediyorum peşine. Biz kimiz? Bu şehir, üzerinde yaşadığımız gezegenin hangi gerçekliğine denk düşürüyor bizi? Bizi kim yapıyor? Ne kadarı hakiki olageldiğimiz kişilerin? Peki bir “biz” var mı bu çok renkli yumağın içinde? Yoksa şayet, o zaman “ben” kim? Az evvel bitirip, rafa koymadan önce bir iki dakika elimde tuttuğum ve çok yakında baştan okuyacağıma emin olduğum Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin sorduğu soru da bundan başkası değil. Gölgeler ve hayaller şehri İstanbul’da kendini arayan bir adamın hikayesini anlatan kitap, sanırım biraz da hepimizin hikayesi. 

 

Murat Gülsoy, her romanından sonra bir kez daha ikna olduğum üzere, insan ruhunun çetrefilli âleminde dolaşan ve bulduğu kıymetli hazineleri hikayeleştirmeyi başaran bir seyyah benim için. Her romanda biraz daha kendi derinine –ve aslında insan olmanın derinine– daldığından emin olduğum, ölüm başta olmak üzere pek çok zor konuyu itinayla kurcalayan, bunu yaparken duygusallığı elden bırakmazken, yolunu aklın ışığıyla bulan bir yazar. Yazdığı her romanın, daha kapağını açmadan bile beni yeni bir yola çıkaracağından eminim. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, bu düşüncelerimin sağlamasını yaptı bir kez daha. Bir okur olarak beni göklere çıkardı, yarattığı âleme hiç tereddütsüz dalmam için elinden geleni ardına koymadı.

 

Zaman kapsülünden farksız

 

Yeni romanına dair dikkatimi ilk çeken, Gülsoy’un bir yazar olarak galiba ilk kez yeni ve farklı bir yola girmiş olması. Lakin, deneysel bir metin kaleme almış demek değil bu. Bilakis, ne yaptığının bilincinde Gülsoy. Keskin yazar gözleriyle (ve keskin “akademisyen” gözleriyle de) ince görüp sonra bir araya getirip itinayla ördüğü detaylarla dolu bu romanda, ilk kez tarihi bir olay çevresinde kurguluyor hikayesini. 1908’de Paris’ten İstanbul’a gelen bir gemide başlayan hikayenin arka planında, Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da yaşanan siyasi ve toplumsal olaylar var. Ama asıl hikaye, “hasta adam” Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a olan biteni gözlemlemesi için bir Fransız gazetesi tarafından gönderilen Türk asıllı Fransız Fuat Chausson’un hikayesi. Paris’i ve oradaki hayatını geride bırakarak çıktığı bu yolculukta en başında itibaren “aidiyet”, “benlik”, “köksüzlük”, “ölüm”, “delililik” ve elbette “aşk” kavramlarıyla mücadele eden Fuat, Fransa’da bir sanatoryumda yatan kadim dostu Alex’e düzenli olarak mektup yazıyor. Ki roman da bu mektuplardan oluşuyor. Doğu ile Batı arasında, bir anlamda “modern” ile “pre-modern” arasında sıkışmış Meşrutiyet sonrası İstanbul’da kendi geçmişinin izlerini süren ve her anlamda arada kalmışlığı tecrübe eden Fuat, küçük bir çocukken annesi ve kız kardeşiyle birlikte aniden terk etmek zorunda kaldığı ve 21 yaşında geri döndüğü bu “tuhaf” şehirde, dışında son sürat değişip dönüşen hayata paralel, kendi içinde de hem geriye hem de derine doğru zorlu bir yolculuk yapıyor. Hikayenin bir noktasında o güne dek hakkında pek bir şey bilmediği ve bu konudaki duygularını çok da tetkik etmediği  “baba” kavramı ile karşılaşıyor ve bu “yeni bilgi” onun hikayesindeki en önemli kırılmalardan birine sebep oluyor. Kendini tanıma ve tanımlama sürecinde oğlu olduğunu öğrendiği kişi, her şeyi baştan düşünmesine neden oluyor. “Baba” gerçekliği bu yolda ona bir yandan kılavuzluk ederken, yer yer yönünü kaybetmesine de neden oluyor.

 

Fuat’ın Alex’e yazdığı mektuplar bazen kendinden haberler vermekten çok iç döküşlere dönüşüyor ve Fuat’ın duygusal dünyasını ziyadesiyle açık ediyor. Hatta gemide yazdığı ilk mektupta Fuat, Alex’e, “Saklamak istediklerimi rahatça konuşabilmek için hatta sana anlatabilmek için Akdeniz’in ortasına kadar uzaklaşmam gerekti,” diye yazıyor. Fuat bazen de birine mektup yazdığını dahi unutarak, 21 yaşında “yersiz yurtsuz” bir genç adam olarak çocukluğunun geçtiği İstanbul’a, geride bıraktığı Paris’e, âşık olduğu kadınlara, çocukluğunun karanlık anılarına, annesine, babasına dair buhranlarını aktarıyor ve daha çok kendi kendine konuşmalar şeklinde tezahür eden bu yazışmalarda sık sık hayatı sorguluyor.
Bir sürü şey söyledim ama bu romana dair güçlü bir hissim var ki, o da şu: Gölgeler ve Hayaller Şehrinde hem Batı ile Doğu arasında sallanıp duran bir ülkenin tarihsel gerçekliğini hem de o gerçekliğin gölgesindeki, küçük hayatında çırpınıp duran bireyi anlamak açısından doğru soruları soran ve sorduran, bugün içinden geçtiğimiz günleri anlamak açısından da kıymetli noktalara işaret eden bir roman. Gülsoy’un o yılların İstanbul’unu şaşırtıcı derecede detaylı olarak betimlediği bölümler ve kahramanların ağzından aktardığı şehir efsaneleri, okur için zaman kapsülünden farksız. Sırf bu yüzden, 2000’lerde İstanbul’da yazılmış mühim bir eser olarak kalacak yarına. Bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bir Tutunamayanlar ya da bir Cevdet Bey ve Oğulları bugüne nasıl kaldıysa…

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Mert Tugen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Kitabı nihayet okudum beklentim yüksekti ama sonuç hayal kırıklığı oldu detay için bloguma bakabilirsiniz. http://gulakca.blogspot.com.tr/

33%
67%

yorumun üzerindeki kitap tanıtımı yanlışlıkla konulmuş sanırım değil mi??

47%
53%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.