Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Altın yaldızlarla Freud



Toplam oy: 686
Louis Ferdinand Celine // Çev. Simla Ongan
Yapı Kredi Yayınları
Gecenin Sonuna Yolculuk’un bittiği yerden başlıyor Taksitle Ölüm. Üstüne üstlük, Taksitle Ölüm biterken de, sanki yeniden Gecenin Sonuna Yolculuk’a dönüyoruz. Céline, okuru kocaman bir dairenin içine alıp, yine o daireyi okurun üzerine kapatıyor.

Julia Kristeva’ya göre Louis-Ferdinand Céline’in evreni çatallıdır, ikiliklerden müteşekkildir: Cehennem ve yazar, ölüm ve kelimeler, cinsellik ve ceset, kadın ve âşık, doğum ve doktor gibi olgular birlikte var olurlar. Yüz yüze, karşı karşıya birbirlerini oluştururlar. Bir kimlikten diğerine, romanın kendisi de bir doğuma dönüşerek “abject” (tiksinti), grotesk olgusunun içine, bir içinde yaşama biçimi olarak yeniden emilir. (J. Kristeva, Korkunun Güçleri)

 

Lacan’ın öne sürdüğü, Julia Kristeva’nın derinleştirip geliştirdiği “abject” olgusu ile vücutlarımızdan çıkarıp atılan şeyler; idrar, ter, kan ve benzeri, en basit vücut sıvıları açıklanır. Sizi siz yapan ama sizden çıktıktan sonra da size ait olmamaya başlayan “şey”ler... Ne öznedir bu sıvılar veya şeyler ne de nesne. Eğer bu sıvıları fazla yitirirseniz ölürsünüz, tam da bu sebeple “abject”lerden tiksinirsiniz. Deri isimli vücutsal sınırımızın iç mekanından tanıdığımız, bizzat kendi somatik anksiyetelerimizi imleyen bu sıvılardan, “şey”lerden korkarız. Bir açıdan tanıdık, bir açıdan da bazı özellikleri ile anlamlandıramadığımız, tanıyamadığımız “şey”ler gerçekten korkutur. Özne veya nesne kümesine katamadığımız ama kimi nitelikleri ile de yabancı gelmeyen, tam anlamıyla adlandıramadığımız, niteleyemediğimiz “şey”ler ürkütür bizleri. Korku, gerilim denklemlerinin kusursuz işleyebilmesi için, “yalancı-özneler”, “sahte-ikizler”e ihtiyacımız var bu yüzden. Bir taraftan kendi bedenimizden, bizim buralardan olmalıdır; hem de bazı nitelikleri ile bizim dünyamıza ve vücutlarımıza benzememelidir. “Yarı-yabancı” “şey”ler korkudan öldürür hepimizi. Céline’in Taksitle Ölüm’ü bu vücut sıvılarıyla dolu: “Vitrinlere işeme alışkanlığı geliştirmiş olan Tom” (s. 80), “doktor tükürüyor üstlerine” (s. 96), “durup dururken burnum kanıyordu” (s. 100), “on atletlik ter döküyor” (s. 118), “eve gözyaşları içinde döndü” (s. 120), “salyası akıyor ağzından” (s. 126), “her tarafı kırmızı, kan içindeydi” (s. 166). Bir bakıma farklı bir çocukluk/büyüme anlatısı da olan Taksitle Ölüm, muhtelif vücut sıvılarıyla şekilleniyor bir katmanda da.

 

Yine Julia Kristeva’ya göre “abject”ler sınırları, mekanları, kuralları güvensiz kılar. Kimlikleri, sistemleri, düzenleri tedirgin eder. Bir tür narsistik krizdir. Aynı kaynakları paylaşan korku, takıntı ve sapıklığın kesişim noktasıdır. İdrar, kan, meni, dışkı “kendiliği” eksik olan bir özneyi yeniden güvence altına alır. Bu içsel akışların vücuttan atılması aniden cinsel arzunun tek nesnesi haline gelir – erkeğin anne karnındaki korkularla karşılaştığı ve bu tersinmede kastrasyon riskinden tasarruf eden “öteki” ile yüzleşmekten kaçınan gerçek bir “abject.” Taksitle Ölüm, Kristeva’nın sözünü ettiği tüm ödipal ve kastrasyon gerilimleriyle dolup taşan bir roman.

 

Dil oyunlarının sonu yok

 

Üretim arttıkça ticaret alanları oluşmaya başlıyor. Vitrinler, mağazalar ve elbette pasajlar... Paris’in pasajlarının özellikle altını çizmeliyiz; Céline, bu pasajlara sık sık geri dönecek çünkü. Demir konstrüksiyon inşaatlar, Eiffel Kulesi vb yapılar da çoğalıyor bir yandan. Dünyada her şey bir şova, bir performansa, gösteriye dönüşüyor. Sanat ürünleri de abartılı dilleriyle bir “gösteri” olduklarını fazlasıyla açık ediyorlar, adeta bağırıyorlar. Bu yüzyılın sonu (fin de siècle) bir tür ruh hali (19. yüzyılın sonu). Bohem devrim ihtimalinin yok olmasının farkındalığının hüznü bu. Farklılıklar bir arada; bir dönem ölüyor, geçmiş yücelmeden bugüne geliyor. Taksitle Ölüm, böyle bir ruh halinin de çocuğu bir yandan. Fena halde de otobiyografik.

 

Céline’in hayatından çok fazla izdüşümü taşıyor. Gecenin Sonuna Yolculuk’un devamı gibi bir bakıma da. Gecenin Sonuna Yolculuk’un bittiği yerden başlıyor Taksitle Ölüm. Üstüne üstlük, Taksitle Ölüm biterken de, sanki yeniden Gecenin Sonuna Yolculuk’a dönüyoruz. Céline, okuru kocaman bir dairenin içine alıp, yine o daireyi okurun üzerine kapatıyor.

 

Yazarın kendine seçtiği isim (Céline) dahi (gerçek soyadı Destouches), çok sevdiği anneannesinin ismi. Romandaki aile, Céline’in gerçek ailesine o kadar benziyor ki! Ama bu tür izdüşümlerin hiçbiri Céline’in dönemi için (ve elbette şimdiki zamana göre de) yepyeni ve çarpıcı biçeminin pırıltısını hiç azaltmıyor. Döneminin bir tür değişim hızı bunalımından, farklı bir karnaval çıkarıyor Céline.

 

“Sadece konuştuğu gibi yazmak,” değil Céline’in üslubu. Sırf sokaktaki adamı kağıda taşımak da değil. Ziyadesiyle psikanalitik, ziyadesiyle Freudyen... Ödipal üçgenlerden, kastrasyon anksiyetelerine Taksitle Ölüm, alttan alta Freud’un ismini altın yaldızlarla sayıklıyor. Bu kadar kusma, idrar, dışkı, ter ve kan ile bu kadar cinsellik elbette bilinçsiz değil.   

 

Otel odalarında (Paris St. Germain ve Le Havre’da) yazmış Céline, Taksitle Ölüm’ü. 11 kilosuna mal olacak tüketici bir süreç. Céline’i yiyip bitiren. 81 yıl sonra dilimize gelen roman, sansürlerinden kendi dilinde de ancak 1981 yılında arınabilir. Yayımlanır yayımlanmaz sert, olumsuz eleştirilere boğulan Taksitle Ölüm’ün gerçek ışığı neyse ki daha sonradan (çoğu zaman olduğu gibi) görülebilmiş. Romanın biçemine, diline, dünyasına kapıldığınızda, geride hiçbir şey kalmıyor. Céline’in tempolu, kesik kesik cümleleri, bilinçakışı anlatımdan çok daha fazlası. Dağınık ve rastgele gibi davranan ama tamamıyla bilinçli cümleler. Acı taşıyan mektuplar, ruh değiştirenler, tahtakurusu kabarcıkları, değişik ölme şekilleri… Simlâ Ongan’ın özenli Türkçesiyle ışıldayan Taksitle Ölüm’de okuma keyfi ve dil oyunlarının sonu yok.

 

Evler, numaralar, tramvaylar ve saç şekilleri değişiyor. “Değişmek istemiyorum artık,” diyor Ferdinand. Bir doktorun kabusları, bir hastalıklar bataklığı gibi başlayan Taksitle Ölüm, muhtelif kusmalar eşliğinde ilerledikçe yıldızlaşıyor. En sonunda etrafımdaki tüm kasırgalar durulup, ortam dinginleşiyor. Üzerime ballar yağdı sanıyorum. Taksitle Ölüm bitmiş.

 

 


 

 

Görsel: Oğuzhan Demirel

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.