Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

BaşkaDünyalar // Rüya geçidi


Vasat
Toplam oy: 504
Erbuğ Kaya
Kırmızı Kedi Yayınevi
Beyaz yakalı dünyasının vasat dertlerini fantastik kahramanların destansı dertleriyle paralel bir şekilde anlatan bir şehir fantazyası.

Geçtiğimiz yıllarda kaleme aldığı Giddar ve Beşlerin Çağı adlı fantastik kurgu kitaplarıyla tanınan Erbuğ Kaya’nın yeni romanı Maderzad Palas, İstanbul’u mekan edinen, zamane beyaz yakalı dünyasının vasat dertlerini fantastik kahramanların destansı dertleriyle paralel bir şekilde anlatan bir şehir fantazyası. Bu türün alışıldık izleklerinden iyilik-kötülük savaşında odaklanan öykü, yine bu türün önemli unsurlarından biri olan aksiyona pek sığınmıyor, onun yerine düşsel bir boyutta, daha derin bir meselenin hesabını tutmaya çalışıyor. Bir başkası olmanın, ötekinin yerine geçmenin, bir rüyayı gerçekleştirmenin, kendi sınırlarınla yüzleşmenin ve finalde özgürleşebilmenin ihtimallerini tartıyor.


Roman henüz ilk sayfasından itibaren duygusal bir gerilim sunmaya başlıyor. Kadın-erkek ilişkisindeki huzursuzluk gündelik hayata dair sorunlarla, büyük ve köklü meseleler küçük unsurlarla yansıtılıyor. Babasız büyüyen, annesini hayal meyal hatırlayan anlatıcımız Ali’nin mutlu bir insan olmadığını, karısı Betül’ü bir süredir eskisi gibi sevmediğini öğrenerek başlıyoruz. Bu duygusal gerilim Ali’nin işe gitmesiyle ve sevmediği işi yapan sıradan bir muhasebeci olduğunu öğrenmemizle, kısacası anlatıcımızın hayatının ne kadar kötü –ama sosyal açıdan bir o kadar da gerçekçi– olduğunu öğrenmemizle artarak devam ediyor. Öyküdeki ilk kırılma noktasına varmak için çok beklememiz gerekmiyor. Ali, yine o kötü günlerden birinde bir trafik kazası geçiriyor, ölümden dönüyor ve bu dönüşle birlikte hayatında yeni ve tuhaf bir sayfa açılıyor.


Ali’nin öyküsünde köşe taşı olarak kabul edebileceğimiz unsurlardan biri, geçmişin ve kimliğin belirsizliği. Önce sadece bir mecaz sandığımız fakat kitabın finalinde bundan ibaret olmadığını öğrendiğimiz “geçit” kavramı, söz konusu belirsizliğin kahraman tarafından ilk fark edildiği anda karşımıza çıkıyor. İnsanın kim olduğunu bilmesi için uğraşmak zorunda kalması, kendisini yakından tanıyamaması, kendi karanlığını aydınlatamaması, yaşananların bir rüya olup olmamasına dair sorular, Ali’nin yeni düşsel dünyasının katmanlarını oluşturuyor: “Ölümle burun buruna geldiğimde dahi bu kadar korkmamıştım ama o geçidin görüntüsü tüm devrelerimi yakmıştı… Gökyüzündeki aydınlık kar bulutlarından fırlayacak bir uzay gemisi, önümü kesecek bir kurt adam ya da beyaz çarşaflı bir ruh değildi beni korkutan. Ben içimde taşıdığım hayaletlerden korkuyordum. Ben kendimden korkuyordum… Önüme çıkan, gözümle gördüğüm her şeye müdahale edebilirdim belki ama içime… Kendimle yüzleşmek için neden hayvanların bile saklandığı soğuk, karanlık bir ormanı seçmiştim? Çünkü bu, bugüne kadar nefesimi tutup dalabildiğim karanlığımın en dibiydi. Evler, insanlar, gerçeklik yalanıyla boyanmış tüm hayat artık benden çok uzaktaydı. Gerçekten bir başımaydım. ‘Peki,’ dedim kendi kendime. ‘Bakalım o geçit neresiymiş?’”


İşte bu geçidin neresi olduğunu sorgulamamızla beraber, kahramanımız Ali’nin korkusuyla, karanlığıyla da tanışmaya başlıyoruz. Bu geçidin rüyalarla yakın ilişkili olduğunu, başka insanlarla, başka yaşamlarla alakalı olduğunu, Ali’nin yaşamının baştan sona düşsel bir geçit törenine, tanım yerindeyse bir rüya geçidine sahne olduğunu öğreniyoruz. Geçitle yüzleştikten sonra bir aydınlanmadan bahsetmek mümkün elbette. Ancak bir kararmadan, yokluğa yakınlaşmaktan bahsetmek de aynı derecede mümkün.

 

 

Doğaüstü, fantastik, mucizevi... Adına ne dersek diyelim...


İkinci kırılma noktası ise romana ismini veren bir mekanla, Maderzad Palas’la ve bu tuhaf ikametgahın sakinleriyle tanıştığımız bölümde karşımıza çıkıyor. Romanın ilk bölümlerindeki gizem, bu kırılma noktasından sonra da devam ediyor, fakat kurgunun atmosferi yavaş yavaş gizemden fantastiğe doğru meylederken, doğaüstü unsurlar da bizi ikna etmeye başlıyor. Bu noktadaki fantastik alana girizgah cümlesi şu: “Dünya göründüğü gibi bir yer değil.” Ali’nin gündelikten düşsele doğru gerçekleşecek, ama arada iniş çıkışlarla, soru işaretleriyle bazen gerçekçiliği bazen de fantastikliği perçinlenecek yolculuğu böyle başlıyor.


Maderzad Palas, İstanbul’un göbeğinde, fantastik güçlere sahip kahramanların bir araya geldiği bir mekan. Romanın finalinde İstanbul’un kendisine de fantastik bir başrol veriliyor. Öykünün geçtiği toprakların da bu düşsel yolculukta önemli bir payı olduğunu öğreniyoruz. Maderzad Palas, romana adını veren yer olduğuna göre, kahramanımız Ali’nin burada yaşadığı deneyimleri de romanın merkezinde vurgulanan detaylar olarak kabul etmek gerekiyor. İşte bu şekilde de odağın gündelik, gerçek hayatta değil, fantastik vakalarla kaplı o mucizevi dünyada yer aldığını, yazarın da asıl vurgusunun bu fantazya üzerinde olduğunu görebiliyoruz. Giriş kısmındaki psikolojik gizem öğelerinin, modern dünyanın vasat kahramanlarının sıradan öykülerinin perde arkasında, görmeyi bilenler için mucizeler mi saklanıyor? Zira kahramanımız, romanın son bölümlerine yaklaşırken tekrar kuşku duyuyor bu düşsellik ile gerçeklik arasında gidip gelen yeni hayatından. Kendisi gibi bir ayağı doğaüstü dünyada olan kahramanlardan biriyle konuşurken itiraf ediyor Ali. Maderzad Palas’ta uzun zaman geçirmiş de olsa, “anlatılanların gerçekliğini kanıtlayan tek bir şeyle bile karşılaşmadım,” diyor. Düşsel dünyadan şüphe ediyor, kendisini gerçekliğin sınırlarıyla örülü dünyaya daha yakın görüyor kimi zaman. Bu noktada doğaüstü, fantastik, mucizevi, adına ne dersek diyelim o düşsel dünyanın varlığı, inanıp inanmamaya, görmezden gelip gelmemeye bağlanıyor. Ama zamanında hayalini gördüğü o “geçit” sayesinde kendi öyküsüne geri dönebilen Ali, düşsel dünyaya geçebiliyor. Aynı anda iki dünyada olduğu gibi, aynı anda iki kimliği de taşıyabiliyor.


İyilik ve kötülüğün savaşına da bu şekilde bağlanıyor Ali’nin öyküsü. İyinin ve kötünün çarpışmasından geriye ne kalacaktır? Biri olmayınca diğeri var olabilecek midir? Bu sorular, Ali’nin romanın tamamına yayılan rüyalarının sonucunu gösterdiği gibi, her şeyin nasıl ve neden başladığını da gösteriyor.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Nihan Sarı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.