Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Batılı gözlerle bakan bir Doğulu



Toplam oy: 1004
Azad Ziya Eren, şiirimizin dikkat edilmesi gereken renklerinden biri.

Son yıllarda iyice çoraklaşan şiir ortamımızın ilginç ve kendine özgü şairlerindendir Azad Ziya Eren. Ama şiirlerini kurma biçimi ve tekniği bakımından değil, daha ziyade şiirlerinin haletiruhiyesi, iklimi bakımından; ki hep Ortadoğu’ya bakmaktadır ve mistik bir bakışı ve duyuşu taşımaktadır. Bunda, eminim, Diyarbakırlı ve orada büyümüş olmasının da payı vardır. Ki Diyarbakır Ortadoğu’ya, Babil’e, Dâvûd’a ve kutsal kitaplara her bakımdan yakındır. Oraların sesleri işitilir Diyarbakır’da.

 

Ne var ki Azad Ziya Eren, bununla beraber, yerel bir şiir değil, küresel bir şiir yazıyor daha çok. (Yerli ve evrensel terimlerini bile isteye kullanmadım.) Zaten 2004’te Sakızköy Günceleri kitabının yayımlanmasıyla yaptığı ilk çıkış da Enis Batur’un dikkati, ilgisi ve desteğiyle mümkün olmuştu. Eğer çok yerel bir havası olsaydı, Batur onu daha çok bölgesel bir şair olarak görmezden gelebilirdi. Azad Ziya’nın kumaşında şairlik vardı.

 

Bir şiire bakarken öncelikle özgün bir şiir mi, ayırıcı bir karakteri var mı diye bakılması gerekir. Azad Ziya’nın şiirine de böyle bakıldığında şiirinin kurgusal, yapısal, biçimsel ve teknik bakımdan geçmişe bağlı olduğu görülüyor. Yeni bir söyleyiş biçimi ya da yeni bir biçim önermiyor bu şiir. Şiir geleneğimiz içinde bir yere oturtmaya çalıştığımızda da tam olarak nereye koyacağımızı, kimlere bağlayacağımızı bilemiyoruz. Ama şu rahatlıkla söylenebilir: Biçimsel bir yenilik taşımıyor bu şiir. (Halbuki bu çok önemlidir.) Yazıldığı dönem dikkate alındığında da çağa bir tepki olarak da görünmüyor. Sanki döneme kayıtsız gibi duruyor. (Ne var ki biçimsel yeniliklere uzak durması biçimsel araştırmalara olumsuz baktığı anlamına da gelebilir.) Deyiş olarak kendi ayrıcalıklı coğrafyasının sesini, rengini taşıyor; anlattığı şeylere öncelik veriyor. Demem o ki, onun için ne anlattığı nasıl anlattığından daha önemli. Anlattığı diyorum ya, buradan da anlaşılacağı gibi, anlatan/anlatımcı bir şiir bu.

Dâvûd’un Kuşları dört bölümden oluşuyor: “Hüzünlü Mavi”, “Kalb’ler Yukarı”, “Süleyman Düğümü”, “Mısır Aynası”. Bölüm adlarından bir kez daha anlaşıldığı gibi kutsal metinlere ve kişilere göndermeler var. Şair, şiirlerine bu metinlerin atmosferini, söyleyiş biçimi ve sesini yediriyor. Peki, bu göndermelerle yazarak Ortadoğu coğrafyasının ruhunu mu yansıtıp dışa vurmak istiyor, ki bu öylesine karmaşık ve ifade edilmesi güç bir iş ki! Olabilir. Ne var ki şairin bu çabada çok başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz, bilmiyorum.

 

Şairler bilir, eminim okurlar da buna vâkıftır: Şiirin hem teknik, hem söyleyiş hem de imgelem bakımından klişeleri vardır. Kimi şair bunlara daha fazla yüz sürerken, kimileri olabildiğince kaçınmak ister. Bu aslında şairin yazdığı şiire eleştirel bakabildiğinin de göstergesidir. Klişelerden kastım: Hazır (kalıp) deyişler, imge kurma biçimleri, ki Azad Ziya Eren’in imge ağırlıklı bir şiir yazdığı da söylenemez. O daha çok bir atmosfer şiirinin peşinde görünüyor. Ama, ne var ki, yer yer kalıplaşmış hazır söyleyişlerden ve tam olarak ne ifade ettiği, neyi imgelediği belli olmayan ifadelerden uzak kalamıyor. Örnek vermek her zaman daha açıklayıcıdır: “Nereye gitsem her gecesinde ölüdeniz tomarları” (s. 19), “Kısa soluklarla voltalaşan travması/ Yolları kıştan ve cıvalı çitlerde geçen” (s. 103), “Naftalinli gardrobunda kalb’imizin” (s. 104), “Tabu’larda tabut’lara aktarılan/ Birer enkazdır esasen insan...” (s. 104) Bunlar ifadenin gereksiz biçimde zorlandığı ve muğlak kaldığı dizeler. Ses ise yerleşik ve sınanmış bir ses.

 

Azad Ziya Eren, her şeye karşın, şiirimizin dikkat edilmesi gereken renklerinden biri.

 

 

 


 

 

* Görsel: Tufan Kızılırmak

 

 

Osman Çakmakçı

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.