Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir bozkır ve Wittgenstein: Masumlar!



Toplam oy: 1164
Burhan Sönmez
İletişim Yayınevi

 

Kuzey romanındaki bükümlü dili ve şiir-masal-felsefe karışımı örgüsüyle bir müddet önce kendisine yol açan Burhan Sönmez, şimdi Masumlar adlı romanıyla dilini iyice güçlendirir. Bozkırın ufuk açan ve modern metropolün ufuk kıran boylamlarını, farklı ülkeler ve kişiler bağlamında harmanlar; titiz bir dil zanaatına el atar.

 

Masalsı dilin en duru hallerini sergiler:

 

“Tatar fotoğrafçı daha buralarda yokken Haymana Ovası’nda kurtlar, tilkiler ve bir boz ayı dolaşırdı. Serin duvarlı evler, uluyacakları zamanı bekleyen köpekler ve gelinlerin yalnız bıraktığı pınar, akşamları dolunaya sarınarak yatardı. Ekmek az olur, ölüm sık görülür ve aşk bazen yaralı bir su gibi kanlı akardı.” (Masumlar, s. 91)

 

Masumlar’da, feodal görenekler dünyasında arzı endam eden insanlardan, modern kapitalizmin günümüzdeki tapınaklarına uzayan bir yol görünmektedir. Bozkırın garipleri bir yanda, İngiltere’deki modern sürgünler diğer yanda, dikey ve yatay olarak kol gezmektedir. 

 

Haymana’nın bir köyünde on yıllar önce dikilen bir elma ağacı, İngiltere’de eskiden Newton’un ders verdiği üniversitenin önündeki ağaçla aynı kaderi paylaşabilmektedir.

 

Romansal güç sağlıyor bunu. Elma ağaçları; farklı dünyaları, günahları, kaderleri ve belki de en çok kadınların hayatını taşımaktadır orada. Edebi muhakeme tarzı devrededir. Olmazları işleyerek onları bütünlüklü ve soylu bir anlatım cennetine götürmek mümkün olmaktadır.

 

Büyük şehir, büyük yalnızlık

 

Masumlar’da, bir tür loş İngiltere yalnızlığı yaşayan bazı roman kahramanları, eski Romalıların, “büyük şehir, büyük yalnızlık” özdeyişine hak verirken, büyük yalnızlıklarını birbirlerine sokularak gidermeye çalışmaktalar. Romanın her bölümü kendine has vurgularla örülmüştür, Wittgenstein’ın mezarının anlatıldığı bölüm ise çok farklı bir biçimde öne çıkmaktadır. Godot’u bekleyenleri çağrıştıran iki mezarcı veya beyaz mantolu kadınla yapılan sohbet, Wittgenstein felsefesinin gizli okuması gibidir. Heidegger, onca ideolojik yanlıştan ve zalim bir düşüncenin cinnetinden geçtikten sonra yaşamın biricik anlamını sanat aracılığıyla bulmak istemişti. Mezarlıktaki beyaz mantolu kadın da, aşk acısından kurtuluş için öyle bir çıkış aramaktadır.

 

Wittgenstein’ın mezarını anlatan bölüm, yerli bir Beckett tadı yaratmayı fazlasıyla başarmaktadır. Mezarlar, toplumların gayrı resmi kültür okulları ve taşıyıcılardır. Masumlar, mezara ve mezardakilere saygı biçimini ve bağlılığı şiddetle ortaya koymaktadır. Hem kültürün hem de varlık nehrinin geçtiği anakaradır mezarlıklar. Orada buluşanlar, hem gönlü rahat olabilir, hem de bir şarkının ağırlığını taşıyabilir: “Derdimi ummana döktüm, asumana ağladım/yare de ağyare de hali derunum söyledim.” Bir mezarlıkta, bir mezar başında sadece kelimelerin kudretine sarınarak, insanın içindeki kainata el atılmaktadır. 

 

İngiltere bölümlerindeki küçük ve işlevli “flashback”ler, hem romanın başkarakterini tamamlamakta hem de oradaki dünyaya bakışta elimize bir fener vermektedir:

 

“Bir mezarlığa en son, bir arkadaşımı toprağa vermek için gitmiştim. Yağmur altında yaşlıların ağlayışı ve birkaç gencin sloganları siyah-beyaz bir filmi andırıyordu. Arkadaşımın cesedini o sabah morgtan alırken, genç kızların kıyamayacağı gül tenine bakmıştım. Solmuştu. Yaralarını saymak mümkün değildi. Kurşunlar alnının ortasından ayaklarına kadar her yanına birer öpücük gibi konmuştu.” (Masumlar, s. 63)

 

Romandaki geriye dönüşler, geriye çekiliş midir, yoksa geçmişe gidişle günümüzde kalış arasındaki gerilim midir? Büyük Alman romantiği Novalis’e nereye gittiği sorulduğunda, “Her zaman eve gidiyorum, babamın evine” yanıtını vermişti. Bu özdeyiş aslında derin bir özleyişi ihtiva etmektedir. Burhan Sönmez bu özleyişe kıymet verir ve ruhsal yarılmaları ve tereddütleri ifşa etmektedir. İnsan bir yerde hasrettir sadece, hasretten kül olmayanın, külden bir hayatı olur belki de.

 

İranlı sürgünün şiir ve İran sevdası ile, Türkiyeli sürgünün geçmişine olan sorgulayıcı bağlanışı, dramatik bir dönüşümle bütünleşmektedir. Birhan Keskin’in, “Beni başka yağmurlar yıkamıştı, seni başka” mısrasına göz kırpan sürgünler, yıkandıkları başka yağmurları Masumlar’da bambaşka bir yağmura dönüştürmeye çalışmaktadır.

 

Sürgün ruhu

 

Sürgün zamanlarının ruhu başkadır, sürgünde aşk hem sessiz hem de devleşerek var olabilir. Tıpkı Masumlar’da olduğu gibi. Ve George Sand’ın söylediği gibi: “Sevmek iki defa yaşamaktır”. Sürgünler eksiklerini ve ruhsal kesiklerini aşkla kapatarak, iki defa yaşamaya adarlar kendilerini. Çünkü tek bir yaşam, ölümün başka halidir onlar için.

 

Burhan Sönmez, kendi elbisesini dikmeye kararlı bir terzi olarak kendi tasarımını, kendi deyişini, duyuşunu ve dilini getirip orta yere sermektedir. İyi romancılara has bir özgüveni olduğu belli. Yazdıklarıyla, okurlarını, kışkırtıcı ve sorgulayıcı bir okumaya davet etmektedir. Platon, “kıyafet, kıyafet giyenle bir olmaz” demişti. Yazarın kıyafet giyen olarak, romanı algılayışı ve yazış kaygısı, okurun kıyafet arayışıyla nasıl örtüşür, nasıl buluşur, nasıl bütünleşir? Burhan Sönmez’in kalemi, bu tür sorularla dolu olan okumaların mihenk taşı gibidir. Okur okudukça, roman içinde roman çıkar, masumlar içinde masumiyet çıkar. Masumlar, bu yoldaki kararlı bir dil yaratımının adımı olarak görülebilir.

 

Sokrates hayattan uzaklaştıkça gerçeğe yaklaşacağımızı söylemişti. Ama hangi hayattan uzaklaşmak ve hangi gerçeğe yaklaşmak? Romanın bir sanat olarak sükuneti ve saadeti işte bu şifrede gizlidir. Burhan Sönmez, Masumların gerçeğine, hangi hayatları feda ederek varmıştır acaba?

 

Hatice Kaya

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.