Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir fabrika cinnet getirirse ne olur?


İyi
Toplam oy: 276
Philip K. Dick // Çev. Berna Kılınçer
Alfa Yayıncılık
Philip K. Dick’in öyküleri o kadar çok malzemeyle dolu ki, hangi bağlamdan okumak istediğinize göre katman katman açılıyorlar.

Philip K. Dick (1928-1982), Elektrikli Düşler’de bir araya getirilen öykülerinde güç, biyopolitika, hafıza, söylem, bireyleşme gibi çok mühim kavramları yarattığı dünyalarda ufak ters köşelerle anlatıyor. Yüzde 99’u tanıdığımız, yaşadığımız dünya gibi çalışan bir evrene yüzde birlik zekice bir dokunuşla sorgulamadığımız pek çok kavramı çalkalayıp geri bırakıyor. Kimi öyküde (“Sergideki Parça”) asırlar, zamanlar arasında gezinirken, gerçek ve gölge dünyalar birbirine karışıyor; kimi öyküdeyse (“Yolcu”) harita üzerinde olmayan bir yere tren bileti almaya çalışan kısa boylu bir adamla “olağanüstü” kavramının bizzat özündeki “sıradan” ile “sıradan” kavramların orta yerinde duran “olağanüstü”lüklere yakından bakıyor.

350 yaşında sağır bir uzaylı kadının, Dünya’ya gitme çabaları için ne dersiniz peki (“Olmayan Gezegen”)? Philip K. Dick’in hayal gücünün hakikaten ucu bucağı yok; üstelik her öyküde muhakkak bir açık kapı bırakıyor yazar, hep son bir sürpriz ışık. Kitabın dördüncü öyküsü olan “İpteki Yabancı”da emin olduğumuz pek çok kavramın altını öyle güzel oyuyor ki: Ed Loyce saat beşte elini yüzünü yıkayacak, şapkasını takıp pardösüsünü giyecek, televizyon sattığı mağazasına doğru yola çıkacak. Bir öykü okuru ne kadar ters köşeye yatırabilirse o kadarını yapıyor yazar. “Gerçek”, “kamuoyu”, “tahrif edilmiş gerçek”, “siyaset” üzerine de katbekat açılabilecek çok yaratıcı bir öykü. Ayrıca baştan ayağa sanki bir video oyunuymuş gibi ilerliyor. Dedektif Sebastian Castellanos’un yaşadığı “gerçek” dünya ile mücadelesini işleyen, yaşadığımız pek çok sürükleyici maceranın aslında sadece dedektifin bilinçdışı oyunları olduğunu sonradan fark ettiğimiz, kendi türünün en iyi oyunlarından biri olan The Evil Within’i (2014) hatırlamamanın imkansız olduğu bu ilginç öykü, yarım bırakılacak gibi değil. Bir de bu öyküyü Aralık 2016’da Irak sokaklarında geziyormuşsunuz gibi düşünerek okumanızı isterim. Sanat mı hayatı taklit eder, yoksa hayat mı sanatı hakikaten?


 

 

Çok eski denklemler


“Satış Konuşması” öyküsü ise tekdüze görünen bir hayat içerisinden tüketim ve reklam çılgınlığını, gözetleme teknolojilerini (tıpkı özellikle 1950’li yıllarda Amerika’nın ziyadesiyle maruz kaldığı gibi) deşifre ediyor. Ed ve Sally’nin tekdüze hayatlarında, Ed’in, sürekli karşısına çıkan, bir türlü Ed’e rahat vermeyen reklam bombardımanı eşliğinde Ganymede’den Dünya’ya doğru yaptığı sıkıcı yolculuk, aşırı tüketim çılgınlığı ve evimizin en dip, en mahrem köşesine dek giren gözetleme mekanizmalarıyla şu an dünya üzerinde herhangi bir kentte her an yaşananlardan aslında çok da farklı değil. Ed’in, Proxima Centaurus’un yeni dünyalarında her şeye sıfırdan, yeniden başlama hayaline ne olacak? Kapıda bir “Fasrad” var: Ev sahibinin her türlü sorununa cevap veren bir ev robotu olan Fasrad, işleri epey karıştıracak.


Elektrikli Düşler
kitabını yarılayan “Yaratık Baba” öyküsü de, bana göre, kitabın en iyisi! Bu Freudyen, babanın yerine geçme öyküsünde komşu çocuk Peretti, ailenin ikinci erkek çocuğu rolüne bürününce Freud’un kadim denklemi tam olarak bu öykünün üzerine oturuyor. Freud, insan toplumunun ilk biçiminin, sert bir babanın tüm kadınları kendisine ayırdığı ve yetişkin oğullarını yanından uzaklaştırdığı primal bir sürü olduğunu ileri sürüyordu. Sürgün edilmiş erkek kardeşler sonunda babayı öldürmek için kolektif güçlerini kullanmışlardır; nitekim bu antik ödipal cinayet totemik ritüellerde kutlanmaktadır (bkz. Ann Game & Andrew Metcalfe, Tutkulu Sosyoloji). Ve elbette devamı da var: “Ölü baba,” canlısından daha güçlü hale gelir… O zamana kadar fiili varlığıyla engellediği şeyler bundan böyle oğullarınca yasaklanıyordu (bkz. Freud, Totem ve Tabu). Philip K. Dick, bu çok eski denkleme kendi imzasını nakşederek tamamlıyor öyküyü.

 

 

Sarp geçitler, zor köprüler


Kitaptaki her öykünün girişinde, yolu yazar Philip K. Dick ile kesişmiş, öykülerinden, romanlarından filmler çeken, farklı uyarlamalar yapan yönetmen ve/veya yapımcılar, neden yazarın bu öyküsünü seçtiklerini anlatıyorlar. “Yaratık Baba” öyküsünü seçip girişini kaleme alan Amerikalı yönetmen, yapımcı Michael Dinner ile “Satış Konuşması” öyküsü için giriş yazan yönetmen Tony Grisoni’nin bu yazıda sözünü ettiği, duş başlığının üzerinde hareketsiz duran yeşil kurbağaya dikkat!

Philip K. Dick’in öyküleri o kadar çok malzemeyle dolu ki, hangi bağlamdan okumak istediğinize göre katman katman kendilerini zenginleştirerek açmaktan hiç imtina etmiyorlar. Uzaylı ve Rusya/komünizm fobisi de saklı bu sürükleyici öykülerin derininde. Tıpkı öykülerin yazıldığı yıllarda tüm Amerika’da olduğu gibi... Bir adam, kafasında bir başlıkla kalabalık bir şehrin sokaklarında neden yürüyor? Soğuk Savaş endişeleri bu öykülerin, bu karakterlerin ne kadarını şekillendiriyor? Bu öyküleri deşince altından yabancı istilacılara duyulan sosyokültürel kaygılar, kişisel güvenlik, statü endişesi, farklı kuşaklar arasındaki ideolojik farklar da çıkıyor. Yaşananların, gördüklerimizin, duyduklarımızın ne kadarı gerçek? Philip K. Dick’in öykülerinin hiç eskimemesi de bizzat buradan geliyor. Aradan 50 yıl geçse de, teknoloji veya metodlar değişse de, yaşadığımız endişeler özünde çok değişmiyor (örneğin sosyal medya üzerindeki kabileleşme eğilimini, Avustralya’daki kadim kabile düzeniyle birlikte düşünebiliriz). İnsan olmak ne anlama gelir? Bir fabrika cinnet getirirse ne olur? Philip K. Dick, soruları basit basit yanıtlayıp geçiştirmek için yazmıyor. Bilakis okurun zihnini göl suları gibi çalkalayıp yeni düşünüşler, yeni zihni söylemler, daha karışık sorular sorabilmesi için yazıyor. Okurunu sarp geçitlerin, zor köprülerin başına taşıyor sık sık; köprüden geçip geçmemek ise okurun cesaretine kalmış. 

 

 


 

Görsel: Tayfun Yağcı

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.