Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir kabusun tasviri


Şahane
Toplam oy: 952
Rene Belletto // Çev. Orçun Türkay
Sel Yayıncılık
Baştan sona keyif ve heyecanla okunan bir roman. David Lynch ya da Tim Burton filmlerini hatırlatan bir anlatı dünyasındayız.

Türkçeye ilk kez çevrilen 1945 Fransa (Lyon) doğumlu René Belletto, ülkesinde şair, yazar, senarist, film eleştirmeni, gitar hocası kimlikleriyle tanınıyor. Takma isimle yazdığı ilk romanı Le Temps Mort ile 1974 Jean Ray fantastik edebiyat ödülünü alan Belletto’nun, 2014 yılına kadar yirmi romanı yayımlandı. 2014 yılında yazdığı –son romanı– Kitap’ta ise, yalnız bir adamın kabusa dönüşen hayatını anlatıyor. Gerçeklerle sanrıların, polisiye ile gerilimin iç içe geçtiği, heyecan katsayısı yüksek bir hikaye.



Roman kahramanı Michel Aventin, bir hastahane odasından başlıyor hayatının kuşkusuz en tuhaf evresini anlatmaya. Michel orta yaşlarda, yalnız yaşayan, iş hayatına ara vermiş, mutsuz bir adam. Dört yıl önce hem çok sevdiği kız kardeşi Élisabeth’i ağır bir hastalık sonucu kaybetmiş hem de –sekiz yıldır birlikte yaşadığı– sevgilisi tarafından terk edilmiş. Mesleği senaristlik. Bu sayede maddi sıkıntı çekmemiş, evini satın almış, kız kardeşine maddi anlamda destek olabilmiş. Ancak Élisabeth’in ölümünden beridir inzivaya çekilmiş, hayattan beklentisiz ve mutsuz bir halde yaşıyor: “Artık işim, sevgilim, akrabam yoktu, olanlar da bana çok uzaktılar ve sesleri hiç çıkmıyordu, arkadaşım da yoktu, tek tük tanıdıklarımı arayıp sormuyordum, onlarsa yavaş yavaş beni arayıp sormayı bırakıyorlardı; yaşamın yankısını bile duymaz olmuştum şeyden beri... Hayır, ‘Élisabeth’in ölümünden beri’ yazmayı başaramıyorum, olmuyor; yoklukla ve yalnızlıkla baş başa kaldığımdan beri, yalnız, yok olduğumdan, benliğimde benliğimden yoksun biçimde yaşamaya başladığımdan, kendi gözümde yalnızca bir yanılsama, bir yanılsamanın düşü, o düşün yanılsaması olduğumdan beri.”


 
Kız kardeşinin ölümünden dört yıl sonra hastahanedeki tanıdıklarını ziyaret ettiği gün Élisabeth’in odasında yatan bir hasta ile göz göze geldiğinde yeknesak hayatı çılgın bir tempoya kavuşacaktır. Doktorların akıl hastası olarak gördükleri, örneğin insanlara ölecekleri günü söyleyerek ya da yüzüklerine göz dikerek eğlenen, her yanı sargılarla kaplı bu adam nefretle bakmıştır Michel’in gözlerine. Michel, birkaç gün sonra üzerinde sadece 6 sayısı yazılı bir mektup aldığında bunun adam tarafından gönderildiğine ve kendi ölüm tarihini bildirdiğine inanır. Hastaneye gittiğinde adamın kaçtığını, verdiği ismin sahte olduğunu ve ortada kendisinden başka birisine gönderilen bir başka mektubun daha varlığını öğrenir. O mektubun sahibini –Évelyne Doublier’i– bulmakta gecikmez. Güzel bir kadın olan Évelyne ile birlikte gizemli adamın peşine düştüklerinde o zamana kadar polisiye bir örgü içinde ilerleyen hikaye bambaşka bir türe doğru kayacak, Michel kendisini fantastik bir korku evreninde bulacaktır: “Gözlerimin önünde beliren cehennem görüntüsü karşısında kalakalmıştım: Tüm dünyanın, kentlerin, kasabaların, en ufak yerleşim yerinin kana bulandığını, gemilerin resiflerde delindiğini, uçakların dağlara çarptığını, trenlerin son hızla raylardan çıktığını gördüm: Tüm dünya Cyrilson’un kurmacasının anlaşılmaz bir gizemle gerçeğe dönüştüğü o 7 Eylül 20..’de kana bulanmıştı!”

Polisiye, gerilim, fantazya

 

Kitap, kısa bir roman. Hakkını teslim etmek gerekir ki hikayesi öncelikle çok sürükleyici. Bunda Belletto’nun farklı türleri başarıyla bir araya getirmesinin rolü var. Daha önce René Belletto romanı okumamışlığıma rağmen –romanlarından sinemaya aktarılan– Death in a French Garden (1985) ve The Machine (1994) filmlerini seyretmiştim. Bu filmlerde de benzer bir karışım söz konusuydu. Özellikle başrolünde Gérard Depardieu’nün oynadığı The Machine’de polisiye bir kurgu ve bilimkurgusal motifler bulunuyordu. Kitap’ın polisiye kurgusu merakı diri tutarken araya giren fantastik öğeler gerilimin şiddetini artırıyor. Araya bir aşk öyküsünün katıldığını da ekleyelim. Bu karışımı bir kakofoniye çevirmiyor Belletto, yalnız bir adamın sanrılarını kullanarak içinden çıkılması güç bir labirent inşa ediyor. Gerçeğin sınırlarını aşarak, diğer türlerin alanlarına adım atarak, başka sanatları –sinema ve müziği– kullanarak kaderin kaçınılmazlığını, arzunun zevklerini ve tuzaklarını, kimlik kaybını, bir başkasına olan tutkuyu araştırıyor. Kısacası hayat, ölüm, yalnızlık, tutku, kıskançlık, aşk gibi temaların da eklendiği Kitap, baştan sona keyif ve heyecanla okunan bir roman. David Lynch ya da Tim Burton filmlerini hatırlatan bir anlatı dünyasındayız.



Tam bu noktada, sinematografik yanından bahsetmek gerekir. Özellikle kent mimarisini işlevsel olarak ve başarılı tasvirlerle hikayeye katmasını bilmiş Belletto: Michel’in Paris sokaklarında Dosge marka otomobili ile yaptığı geziler Amerikan özel dedektif hikayelerine bir gönderme olarak düşünülebilir: “Evet, elbette, Vaugirard’dan sonra sola, Rennes’e sapmam gerekiyordu, ama günün birinde, dalgınlığıma geldi, dönmedim, Vaugirard’da kaldım, çok sürmedi, çabucak farkına varıp, Rennes’e gitmek üzere soldaki ilk sokağa saptım. Bu sokak Clercs Sokağı’ydı, villalarla, parklarla, bahçelerle dolu üç yüz-dört yüz metre. Burası çevredeki kent manzarasından o denli farklıydı ki insan kendini uzaklarda başka bir yerde, büyük kentten başka bir yerde sanıyordu, kendi sokağımda da, o yemyeşil Roue Sokağı’nda da aynı izlenime kapılıyordum. Hiç kuşkusuz, sonraki günlerde, klinikten dönerken, Rennes’i geçip Clercs’e sapmam da bundan kaynaklanmıştı.” Otomobil markasına vurgu yapmam boşuna değil. Zira, romanda markaların, eşyaların, yer isimlerinin, lokanta ve yemek tariflerinin altı özellikle çizilmiş. Bu, Michel’in sınıfsal aidiyetini, kişiliğini ve psikolojisini nesneler üzerinden kuşatan bir yaklaşım – ve Fransız “Yeni Roman” akımına gönderilmiş bir selam.



Kitap’ın hikayesinde tutarsızlıklıklar olduğunu düşünenler çıkabilir. Belletto’nun böyle bir kaygısı olmadığını, hayal gücünü sınırlamaya yanaşmadığını söyleyebilirim. Sürükleyici ve eğlenceli hikayeler aracılığı ile insan zihnini, endişelerini, dilini ve varoluşsal problemleri keşfetmeye çalışıyor.

 

 


 

 

 

 

Görsel: Mert Tugen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.