Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bireysel hikayeleri toplumsal hikayenin içine yerleştirmek



Toplam oy: 1677
Drago Jancar
Dedalus Kitap
Okuma sırasında okur, yazarın dondurma sevip sevmediğini merak etmez, kahramanın dondurma sevip sevmediğini merak eder.

Eskiden hikâye denirdi, sonra öykü denmeye başlandı; sonra yavaş yavaş öykünün içindeki hikâye kayboldu. Hikâye yalanla özdeşleştirilip dışlandı. Özellikle genç yazarlarda, dolayısıyla son yıllarda sıklıkla görülen bir “içini dökme hali” öykü sayıldı. İçinden hikâyenin çıkarılmasıyla iskeletsiz bir yığına dönüşen metin çoğunlukla okunmaz bir biçime büründü ve öykücülüğümüz geriledi. Çünkü metinden hikâyeyi çıkaran yazar onun yerine kendini koydu, koymak zorunda kaldı. Bu da yeni bir sorun yarattı.

 

 

 

Bir yazarın kişisel duygulanımları insanları pek de ilgilendirmez. Yazarın birey olarak bu kadar öne çıktığı metinler okuru rahatsız eder; okur, yazarı unutmak ister. Onu sadece kitabı açarken ön, kapatırken de arka kapakta görmek ister. Bu, futbolda hakemin, çeviride çevirmenin, sinemada yönetmenin unutulması gibidir. Her şeyin yolunda gittiği anlamına gelir. Yazar metin içinde kendini unutturabilmişse bir şeyleri başarmıştır. Yazarın birey olarak metnin içine girmesiyle ortaya çıkan ve metinlerin büyüsünü bozan bir başka unsur da; yazar kişilikle insan kişilik arasındaki ayrımın yeterince yapılamamasıdır. Kendini bir karakter haline getiren yazar, yarattığı karakterle kendisi arasındaki çizgiyi çoğu zaman ayırt edemez. Metnin içine sızar, aslında metne ait olmayan ayrıntılar metne kaçar, bunlar da metni yorar, yıpratır, okuru yabancılaştırır. Okuma sırasında okur, yazarın dondurma sevip sevmediğini merak etmez, kahramanın dondurma sevip sevmediğini merak eder. Yazarı merak ettiği yerse ancak magazin sayfaları olabilir.

 

 

 

 

 

 

 

Joyce’un Öğrencisi uzun zamandır okuduğum tek öykü kitabı. Küçük bir ülkeden geliyor: Slovenya. Avrupa’nın ortasında. Birçok Avrupa ülkesinin olduğu gibi onun da yakın tarihi acılarla dolu. Drago Jancar da bu yakin tarihi yaşamış bir yazar. Ülkesinin en tanınmış yazarlarından biri. Eserleri birçok dile çevrilmiş. Romandan öyküye, oyundan denemeye geniş bir yelpazede eserler veren gerçek bir edebiyatçı. Ama aynı zamanda ülkesinin; sadece ülkesinin de değil, Avrupa’nın sorunlarından uzak durmayan, bu konularda aktif olarak mücadele eden bir aydın. Bütün Avrupa kültürünü sanki kafasında taşıyan biri. Ama yanında acılarla dolu yakın tarihi de taşıyor. Öykülerinde bu iki ana unsurun, Avrupa kültürünün ve ülkesinin yakın tarihinin, zaman zaman şaşırtıcı bir biçimde iç içe girdiğini görüyoruz. Kendisinin de bir yerde söylediği gibi, bu unsurlar arasındaki bağı çoğu zaman sadece seziyoruz, tam olarak kavrayamıyoruz. Tam bu noktada iş biraz şiire kaysa da Drango Jancar şiir yazmıyor; bizim anladığımız anlamda öykü de yazmıyor. Hikâye anlatıyor. Ülkesinin bireysel ve toplumsal çöküşünü yoğun bir atmosfer içinde edebileştiriyor. Bireysel hikâyeleri toplumsal hikâyenin içine yerleştirmeyi başaran bir yazar Drago Jancar. Onun bu yeteneğini Joyce’un Öğrencisi’nde de görmek mümkün. Metinleri kısa olsa da içerikleri geniş boyutlu hikâyeler bunlar. Biçimleri birbirinden özgün. Özellikle birinci ve üçüncü hikâyedeki biçimsel yaratıcılık ve ustalık hayranlık verici.

 

 

 

 

 

Sadece, kitaba adını veren ilk hikâyeyi okumak bile onun dünyasının boyutlarını sezmemize yetiyor. Ünlü yazar James Joyce’tan İngilizce ve edebiyat dersi alan, gaz lambasının ışığında gecelerce tasvir çalışan ve tasviri bir ihtiras haline getiren kahraman, yıllar sonra ülkesini terk etmek zorunda kalıyor.  İngiltere’ye yerleşiyor ve oradan halkına sesleniyor. Halkına seslenmekle kalmıyor, “halkının dürüst sesi” oluyor. Radyo üzerinden yaptığı konuşmalarla halkını mücadeleye çağırıyor. Sesi herkesin zihnine yerleşiyor. Savaş sonrası ülkesine dönüyor ve yeni rejim onu casuslukla suçlayıp idama mahkûm ediyor. Suç aletlerinden biri, içinden metin parçaları çevirmek ve işbirlikçilere vermekle suçlandığı George Orwell’in Hayvan Çiftliği, suç ortağı ise James Joyce’un ta kendisi. “O sana İngilizce öğretmeseydi, sen de casus olamazdın” diyor yargıç. O ise kendini savunmuyor bile. Çünkü artık tasvir ihtirasını kaybetmiştir, anlatma isteği kaybolmuştur. Koskoca bir hayat ve bir tarih anlatılıyor bu öyküde. Sadece 15 sayfada ve üstelik beklenmedik derecede kişisel, şiirsel ayrıntılarla, alışılmadık imgelerle süslenmiş olarak. Küçük bir metin, küçük bir ülke ve büyük bir yazar. Ana akım, edebiyat ülkelerinin eserlerini okumaya alışmış bizler için bir başka sürpriz de bu.

 

 

 

“Kaosun sismologu”

 

 

 

 

Jancar’ın trajik kahramanları genellikle uçurumun kenarında yürüyen insanlar. Her zaman ayaklarının hemen yanında duran derin çukuru görmekteler. Kimi zaman dikkatle, kimi zaman hoyratça yürürler orada; kimi zaman kendi iradeleriyle, kimi zaman da bilinmeyen bir gücün iradesiyle. Jancar’ın öyküleri genellikle kaotik. Ancak bu az çok kontrollü bir kaos. Öğeler arasındaki bağlantılar basit, açık ya da doğrudan değil; çoğu zaman sezgisel, hatta rastlantısal. Ama Jancar bu kaosa hükmedebilen bir yazar. Belki bu yüzden kendisine “Kaosun sismologu” deniyor. Joyce’un Öğrencisi de bu olağanüstü yazarın vizyonunu oldukça etkileyici bir biçimde gösteren muazzam bir derleme. Bir kere okumak yetmiyor, kitabı kapadığınızda arka kapağı tekrar okuyup ikinci kez okumaya girişmeye can atıyorsunuz.

 

 

 

 

Burada sözü kitabın arka kapağına bırakıp kitaba geri dönebilirim: “Balkanların en önemli, en verimli yazarlarından Drago Jancar öyküleriyle şunları yapabiliyor: Batının klasik ve modern edebiyatıyla göndermeler kullanarak rahatlıkla bağlantı kurabiliyor. Politik olma tehlikesine girmeden, politik okuma seçenekleri getirebiliyor, anlam-estetik birlikteliğini zirveye taşıyabiliyor. Kesinlikle birbirine benzemez içerikleri, birbirine benzemez biçimlerle kurabiliyor. Yepyeni dünyaları oluşturabilirken, okurun bu dünyada keyifle dolaşmasını sağlıyor. Bunların hepsini ve daha fazlasını kalemiyle nasıl yapabildiğinin sırrını asla okuruyla paylaşmıyor. Estetik bir ferahlık içinde aynı okurun nefesini kesebiliyor!”

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.